Popüler Yayınlar

21 Aralık 2019 Cumartesi


Bu fotoğrafta Gelibolumuzun değişik yerlerindeki yeldiğirmenlerinden birkaçının birarada göründüğü bir fotoğraf karesini paylaşıyorum. Neresi burası diye merak ediyorsunuz tabii ki. hemen söyleyeyim burası şimdiki 18 evler dediğimiz yerden diğer bir deyimle cumartesi pazarının olduğu yerden çekilmiş bir fotoğraf. Yani tam da döner kavşaktan çekilmiş. En soldaki binanın olduğu yerde şimdi Özen Otel var. tam orta karşısı Gölcük caddesine giden yol.En sağ tarafta eski Gelibolu Lisesi şimdiki adı nedir ne okuludur doğrusu bilmiyorum. Sanırım anladınız. Peki bunu neye dayanarak söylüyorum anlatayım. Sağ tarafta kuleye benzer bir yapı var. Ha işte o yapı eski Cumhuriyet Okulunun yanındaki bir zamanlar var olan ama şimdi yerinde yeller esen rum kilisesinin çan kulesidir. Daha değişik açıdan çekilmiş eski Gelibolu fotoğraflarında bu kiliseyi ve çan kulesini görebiliyoruz. Benden daha yaşlılardan duymuştum Özen Otel ve arkası istikametinde şimdiki belediye başkanının babası Hasan beyin ( lakabı liga Hasan) arazisi üzerinde bu yeldeğirmenleri vardı zamanla ilgisizlik ve bakımsızlıktan yıkılmış. Başka nerelerde yeldeğirmenleri vardı diye soranlarınız olacaktır. Bu güne kadar yaptığım araştırmalarda yeldeğirmenlerinin olduğu yerler şuralardaydı. Bu fotoğrafta göreceğiniz üzere döner kavşak dediğimiz Cami Kebir Mahallemizin 18 evler mevkii ile birleştiği yerde. Fener meydanında şimdiki Astsubay gazinosunun olduğu yerde Niyazi Kiraz beyefendinin arazisinde. Alaeddin Mahallesinde Üç köprüler mevkii yakınlarında.. Başka da bildiğim bir yer yok.
Peki bu yeldeğirmenleri nasıl ve neden yok oldu diye soracak olursanız şöyle bir açıklama getirebilirim. Başka eski fotoğraflarda açıkça görülen gelibolu un fabrikaları vardı sayısı iki adetti ve yan yanaydılar. Şimdiki otobüs terminalinin karşısına denk gelen bir arazide Gelibolulu Yunan kökenli birinin buharlı fabrikaları bu yel değirmenlerinin yaptığı işi çok daha hızlı ve güzel bir şekilde yapıyordu. Hükümetin desteği ile bu fabrika zamanla bölgenin en verimli ve üretken fabrikası oldu. Dolayısıyla rüzgarla iptidai şartlarda çalışan bu değirmenler bu fabrika ile rekabet edemez duruma geldiler ve kapandılar. Birinci Dünya Savaşının sonlarında Muttefik düşman kuvvetlerinin Gelibolu yarımadasına yaptığı çıkartmada bu fabrika tesislerini havadan ve karadan bombardımana tutması sonucu fabrika büyük hasar gördü ve işleyemez hale geldi. Burada önemli bir ayrıntıyı sizlerle paylaşmak isterim. Havadan yapılan bombardımanlarda bu fabrika özellikle hedef alınmıştı. Sonuçta hem un fabrikası hem de bu yeldeğirmenleri Gelibolumuzun tarihinden silindi gitti.
Şimdi biz gelibolululara düşen en büyük görevlerden biri de şu olmalıdır. Bir zamanlar Gelibolumuzun siluetini süsleyen bu nostaljik değirmenlerin en az birkaç tanesini aslına uygun olarak yeniden yapılması için kamuoyu oluşturmak. Mesela Fener meydanına eskisi gibi iki adet yeldeğirmenini kondurmak. Bunu Gökçeada ve Bozcaada yaptı. İlçelerini turistler için bir cazibe nerkezi yaptı peki biz yapamaz mıyız?  Yaparız da yapacak yönetimleri seçebilmeyi becerebilirsek eğer! Haksız mıyım?


1980 li yılların sonu veya 1990 lı yılların başına ait olduğunu tahmin ettiğim Çok güzel bir eski Gelibolu Kartpostalı. Ayrıntılara gelecek olursak;
Tam karşıda şimdiki Yapı Kredi Bankası'nın ve Koca Usta Lokantası'nın olduğu yerde eskiler bilir çay bahçeleri vardı. Onların gölgeliklerini buradan görebiliyoruz. Bu çay bahçeleri bana göre Gelibolu'nun en güzel yeriydi. Yaz akşamlarında Gelibolu sakinleri bu bahçede oturur geleni geçeni seyrederdi. Bahçenin ön sıraları aileye aitti ve evlenme çağına gelmiş genç kızlar aileleri ile burada otururdu! Bahçelerin önünden defalarca geçen genç erkekler buraya dikkatlice bakar kendilerine münasip kısmetlerini ararlardı. Buraya gelenler günlük kıyafetleri ile değil en güzel kıyafetlerini giyer ve buraya gelip otururlardı. Bu çay bahçelerinin yerinde şimdi yeller esiyor ama hatırlar hala capcanlı. Kale burcunun dibindeki Köfteci Aydın ağabeyin büfesi sağ kenarda açıkça görünüyor. kendisi birkaç sene önce vefat etti Allah rahmet eylesin. Eşi birkaç yıl daha burada işi devam ettirmek istediysede belediyenin görüntü kirliliği yaratıyor bahanesiyle bu büfeyi kapanmaya zorladı ve kapattı. Sonra ne mi oldu? O köfte arabasının olduğu yere boks makinası koydular hani yumruk atıyorsun sana kaç kuvvetle vurduğunu puan olarak  gösteriyor ya ha işte ondan....O makineler kimindi bilr misiniz bir meclis üyesinin yakın akrabasının. Bu makineler iskele meydanının çeşitli yerlerinde hala GÖRÜNTÜ KİRLİLİĞİ yaratmadan varlıklarını devam ettiriyor!  Ne demek istediğimi anladınız sanırım. 
Diğer bir ayrıntı ise sol kenardaki balıkçılar. Balıkçılar yolun üzerindeydi. Trafik önceleri çok yoğun olmadığı için balık tezgahları yolun üzerinde faaliyet gösterirdi. Uzun lafın kısası çooook güzel yıllardı o yıllar. 

Not: Bu ileti ile ilgili her türlü yorumlarınızı en altta bulunan "Yorum Gönder " kısmına yazarak bana iletebilirsiniz. Yönetici onayından sonra yayınlanacaktır. 

    20 Aralık 2019 Cuma



    1913 yılına ait eski bir Gelibolu fotoğrafı. İç Liman içerisinde kayıklar, saat kulesi, telegrafhane ve hükümet konağı gayet net görünüyor. Burada dikkat çeken ayrıntı saat kulesinin saatli bölümü yok ve soldaki yapının hasarlı olması. Sebebi ise 1912 yılında Şarköy merkezli büyük ölçekli bir depremin Gelibolu'yu yıkıp geçmesi. Saat kulesi de bu afetten nasibini almış.Zaten bu depremden sonra saat kulesi bir daha onarılamadı ve tamamen yıkıldı.Bu fotoğraf saat kulesinin son görüntüsünün fotoğrafı olabilir. Keşke onarılabilseydi.Bu saat kulesinin teknik ayrıntılarını içeren daha başka paylaşımlarım olacak. Bu fotoğrafı Başbakanlık Osmanlı arşivinden tarafımdan çıkarılıp yayınlanmıştır.

    Not: Bu ileti ile ilgili her türlü yorumlarınızı en altta bulunan "Yorum Gönder " kısmına yazarak bana iletebilirsiniz. Yönetici onayından sonra yayınlanacaktır. 

    10 Aralık 2019 Salı


    Allaeddin konserve fabrikasının deniz tarafından görünüşü. Merdiven başında ayakta duran kişi Alaeddin Kemerli solda küçük bir tahta iskele sağ kenarda sahile inen yol ve sol arka planda hükümet konağı (şimdiki belediye binasının olduğu yer) görünüyor. Fotoğrafın 50 li yıllarda çekilmiş olabileceğini düşünüyorum.En büyük dileğim bu binanın bu haliyle tekrar restore edilerek Gelibolu'ya kazandırılmasıdır.

    4 Kasım 2019 Pazartesi



    Gelibolu Azepler Namazgahı'nın restorasyonunun ne kadar kötü yapıldığını çook önceden beri söyler dururum. Hatta bu yapılan restorasyona "deformasyon" yakıştırması da yapmış, restore etmekten ziyade deforme etme çalışması olduğunu sıkça dile getirmiştim. TRT 2 tv kanalında haftada bir yayınlanan Mimarlık Söyleşileri adlı programda yüksek mimar Şevki Pekin ve yüksek mimar Aykut Köksal Gelibolu Azepler Namazgahının ne kadar önemli ve türünde nadir bir eser olduğunu dile getirirken bu kötü restorasyona da dem vurarak olayın vahametini sohbetlerine taşıdılar. Buyrun işinin ehli bu yüksek mimarların sohbetini izleyelim sonra yorumlarınızı bekliyorum.

    9 Ekim 2019 Çarşamba


    Gelibolu 1818 Yılını tasvir eden bir suluboya tablo. Tarih sağ alt köşede yazıyor. Bu suluboya tablo bir müzayede sitesinde açık arttırmaya çıkarılmış ve açık arttırma başlangıç fiyatı 1.000 TL. olarak belirlenmiş. Kimin yaptığını tesbit edemedim. Bu tablo 1818 yılında mı yapılmış yoksa o yılları tasvir eden tarihi mi alta yazmışlar ben anlamadım ama müzayede yetkilileri bu konuda doğru bilgileri verirler sanırım. Tablo muhteşem. Hallice varlıklı biri olsaydım bu eseri kaçırmaz alırdım ama benim gibi memur emeklisi biri için çok para. Kaldı ki açık arttırmada fiyat yükselecektir sanıyorum. Tablonun ayrıntılarını dikkatlice inceledim. Büyük caminin iki minaresi var. Kale burcu henüz bütünlüğünü koruyor ama bombalanmış olduğu apaçık. Kaleburcu aslında çok yüksek bir yapıymış. Diğer bir çarpıcı ayrıntı şimdiki belediyenin olduğu yerde Cenevizllilerden kalma kalenin surları var ve bina tarzı bir yapı henüz yapılmamış. Ön plandaki Rıhtım Camii nin ön cephesinde iki adet abdest alma amaçlı yapılmış çeşme var.. Kaleburcu dibinde bir yapı sağ tarafında büyükçe bir han var. Yapıların mimarisi çok gösterişli aynı şekilde limandaki tekneler de çok güzel. Sol kenarda şimdiki iskele Piri Reis anıtının olduğu yerde ahşap cumbalı evler çok gösterişli. Bu tablo Gelibolu'muzun bir zamanlar ne kadar muhteşem bir yerleşim yeri olduğunu bize birkez daha gösterdi. İyi ki Gelibolu'luyum.

    1 Ekim 2019 Salı


    1912 yılında meydana gelen büyük Şarköy depremi (7.6) sonrası Gelibolu'da kurulan deprem çadırları.Deprem afeti sonrası meydana gelen bu yıkım şehirdeki önemli miktarda yapının ve tarihi eserin yok olmasına sebep olmuştur. Bu yetmezmiş gibi iki yıl sonra yani 1914 Müttefik düşman kuvvetlerinin Gelibolu tarımadasına yapmış olduğu çıkartma sonrasında şehri bombalamaları bu yıkım tahribatının daha da büyümesine yol açtı. Öyle ki Bolayır'daki Gazi Süleyman paşa Türbesi ve camii bu bombalama sonucu tahrib olmuştur. Gelibolu'nun meşhur saat kulesi bu deprem sonucunda tahribata uğramış o dönemin zor şartlarında onarılamamış ve maalesef yok olmuştur.

    Not: Fotoğrafın büyük halini görmek için üzerine tıklayın. Bu ileti ile ilgili her türlü yorumlarınızı en altta bulunan "Yorum Gönder " kısmına yazarak bize iletebilirsiniz. Yönetici onayından sonra yayınlanacaktır. 

    Şimdiki belediyenin bulunduğu konumdan resmedilmiş, 1600 lü yıllara ait bir Gelibolu gravürü... O yüzyılda Gelibolu sosyal yaşamı ve ticareti yoğun şekilde yaşayan, hareketli bir Osmanlı şehri idi. Bu gravürde de görüldüğü üzere limandaki ticari gemilerin fazlalığı ve açıkta bekleyen gemilerin limana girmek için sıra bekliyor oluşları bu tezimizi destekleyen önemli ipuçları.

    Not: Fotoğrafın büyük halini görmek için üzerine tıklayın. Bu ileti ile ilgili her türlü yorumlarınızı en altta bulunan "Yorum Gönder " kısmına yazarak bize iletebilirsiniz. Yönetici onayından sonra yayınlanacaktır. 


    Gelibolu Erenleri Mehmed-i Bican Hazretleri. Tanıtım videosu

     

    Not: Fotoğrafın büyük halini görmek için üzerine tıklayın. Bu ileti ile ilgili her türlü yorumlarınızı en altta bulunan "Yorum Gönder " kısmına yazarak bize iletebilirsiniz. Yönetici onayından sonra yayınlanacaktır.


    Çok güzel bir eski Gelibolu fotoğrafı..Fotoğrafta tarif edilecek birşey yok solda Türk hava Kurumu binası sağda Kaleburcu.. Bildiğimiz iskele meydanı. Fotoğrafın çekildiği tarih konusuna gelecek olursak ben 1960 lı yılların sonu olduğunu düşünüyorum çünkü sağ tarafta şimdiki Liman Taksi durağının olduğu yerde Mobil tabelası görünüyor bu benzin istasyonunun olduğu yerde dikkat ederseniz bir ağaç var bu ağaç kavak ağacı ve henüze fazla uzamamış. Bu istasyonun farklı fotoğraflarında da bu ağacı görüyoruz ve o fotoğraflarda ağaç epey uzun. Bu da bana fotoğrafın 60 lı yılların sonunda çekildiği fikrini veriyor.

    Not: Fotoğrafın büyük halini görmek için üzerine tıklayın. Bu ileti ile ilgili her türlü yorumlarınızı en altta bulunan "Yorum Gönder " kısmına yazarak bize iletebilirsiniz. Yönetici onayından sonra yayınlanacaktır. 

    17 Eylül 2019 Salı


    GELİBOLU
    MEVLEVÎHÂNESİ
    XVII. yüzyıl başlarında kurulan Mevlevî
    âsitânesi.
    On beş Mevlevî âsitânesi içinde hem en geniş
    araziye, hem de en büyük ve haşmetli
    semâhâneye sahip olanıdır. Binalarından bugüne
    kalanlar, Hamzakoy’daki askerî bölge içinde ve
    deniz kenarına yakın bir alanda bulunan
    semâhâne-türbe binası ile iki taçkapıdan
    ibarettir.

    (Afyon Mevlevi asitanesi şeyhi Burhaneddin Dede'nin Gelibolu'da Mevlevi dervişleriyle birarada çekilmiş fotoğrafı)

    Mevlevîhânenin bânisi ve ilk postnişini, yeniçeri
    ağalarından Kara Hasan Ağa’nın oğlu Ağazâde
    Mehmed Hakîkî Dede’dir. Sâkıb Dede’nin
    Sefîne’sinden öğrenildiğine göre (II, 26-37)
    Ağazâde gençliğinde malını mülkünü kardeşi
    Âsaf Ağa’ya bağışlayıp dünya ile ilişkisini
    kesmiş ve Konya Mevlânâ Dergâhı’nda I.
    Bostan Çelebi’nin müridi olup çile çıkarmıştır.
    Uzun yıllar matbah-ı şerifte hizmet ettikten sonra
    hilâfet alıp maceralı bir seyahatin arkasından
    Gelibolu’ya dönmüş ve şehrin ortasında bulunan
    Ahî Devle Zâviyesi’ne yerleşip sohbet
    toplantıları tertip ederek Meŝnevî dersleri
    vermeye başlamıştır. Ancak talep fazlalaşınca
    zâviye yetersiz kalmış, Ağazâde de kardeşi Âsaf
    Ağa’nın iade ettiği malları ve tanıdıklarının
    yardımıyla bu zâviyenin yanına, sonradan
    kendisinin de defnedildiği yerde (bugünkü
    mevlevîhânenin bulunduğu mevki) bir “âyîn-i
    Mevlevî hankahı” inşa edip ölümüne kadar
    (1063/1653) bu dergâhın postnişinliğini ifa
    etmiştir. Mevlevîhânenin son şeyhi Mehmed
    Burhâneddin Dede-Efendi’nin anlattığına göre
    ise (Konya Mevlânâ Müzesi Arşivi, nr. 65/6)
    Ağazâde’nin Gelibolu’ya dönüşünde Solakzâde
    Mehmed Ağa kendi mescidine bitişik iki odayı
    ona vermiş, bundan sonra ders ve sohbetler
    burada, âyinler de mescidde icra edilmiştir.
    Zamanın kaptan-ı deryâsı Ohrili Hüseyin Paşa
    Akdeniz seferinden dönerken Gelibolu
    Mevlevîhânesi’ne uğrayıp kerâmetleriyle meşhur
    olan şeyh Ağazâde Mehmed Dede’ye intisap
    etmiş ve ondan yakında sadâret mührünün
    kendisine verileceği haberini almıştır. Hüseyin
    Paşa vezîriâzam olduktan sonra (Mart 1621)
    Beşiktaş Mevlevîhânesi’ni yaptırıp Mehmed
    Dede’den ilk postnişin olmasını istemiş, böylece
    her iki mevlevîhânenin meşihatini birlikte
    yürütmeye başlayan Mehmed Dede, ikisinde de
    çarşambaya rastlayan mukabelelere münâvebeli
    olarak iştirak edebilmek için küçük bir
    yelkenliyle Gelibolu-İstanbul arasında gidip
    gelerek bir haftasını Beşiktaş’ta, bir haftasını
    Gelibolu’da geçirmiştir. Ancak Hüseyin Paşa’nın
    II. Osman’la birlikte öldürülmesinin (Mayıs
    1622) arkasından Beşiktaş Mevlevîhânesi
    postnişinliğini bırakıp Gelibolu’da kalmıştır.
    Sâkıb Dede’ye göre daha sonra, babası Kara
    Hasan Ağa’nın yanında yetişen IV. Murad’ın
    vezîriâzamı Kemankeş Kara Mustafa Paşa
    Mehmed Dede’nin maddî ve mânevî
    koruyucusu olmuş, kardeşi şair Sîneçâk Osman
    Dede bir müddet Mehmed Dede ile birlikte
    Gelibolu Mevlevîhânesi’nde kalmıştır. Evliya
    Çelebi de Ağazâde’nin ders ve sohbetlerinde
    bulunup mübarek ellerini öptüğünü yazmaktadır
    (Seyahatnâme, V, 317).


    Vakfiyesi ele geçmediğinden mevlevîhânenin
    kuruluş tarihi kesin olarak belli değildir.
    Bununla birlikte Ohrili Hüseyin Paşa’nın
    vezîriâzam olmasından (1621) önceki bir tarihte
    kurulduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bazı
    yazarların verdiği 1667 tarihi yanlıştır. Arşiv
    kayıtlarına göre Ağazâde’den sonra sırasıyla
    Âsaf Ağa’nın oğlu ve divan sahibi Sâbir Pârsâ
    (ö. 1679), Ağazâde’nin halifesi Kalender
    Mahmud, Abdülkadir, Rahmetullah (ö. 1713),
    Mehmed, Abdülkerim, Bosnevî Mehmed (ö.
    1750), Mustafa b. Bosnevî Mehmed, Mehmed b.
    Mustafa, Lutfullah, Hüseyin b. Mustafa (ö.
    1796), bunun oğlu Ali İzzet, bunun oğlu ve
    Galata Mevlevîhânesi’nin şeyhi Ahmed
    Celâleddin Dede’nin babası Hüseyin Azmî
    (1868’de Kahire Mevlevîhânesi postnişinliğine
    tayin edildi), onun kardeşi Mehmed Hüsâmeddin
    (ö. 1885), oğlu Mustafa Dâniş (ö. 1896) ve
    bunun oğlu son şeyh Mehmed Burhâneddin
    Dede (ö. 1954) meşihat makamında
    bulunmuşlardır.

    II. Mustafa döneminde Lapseki’deki
    Bayramdere mezraasının hâsılatı mevlevîhâneye
    tahsis edilmiş, III. Mustafa zamanında 1766’daki
    depremden büyük hasar gören yapılar 5833,5
    kuruş harcanarak onarılmıştır (1767). Bu
    tamirata ait keşif raporundan (BA, MAD, nr.
    3160, s. 618-619) külliyenin o zamanlar küfeki
    taşından minareli, kiremit örtülü ve bakır alemli,
    iki katlı bir semâhânesinin bulunduğu; semâ
    meydanı döşemesiyle mahfel, merdiven ve
    kürsünün ahşaptan yapıldığı; üst katın giriş
    kapısının saçaklı ve duvarların nakışlı olduğu;
    semâhânenin bir yanında kadın mahfeli,
    divanhâne, ocaklı köşk, diğer yanında cephesi
    abdest musluklu, altı derviş hücresiyle şeyhe
    mahsus sofalı iki oda, kütüphane ve
    divanhânenin yer aldığı öğrenilmektedir.
    Mevlevîhâne, III. Selim dönemine rastlayan
    1805 yılında 8974 kuruş harcanarak
    Kalyoncuzâde Mustafa Efendi tarafından tekrar
    tamir ettirilmiş ve buraya II. Mahmud
    Lapseki’ye bağlı Güreci karyesi, Abdülmecid de
    Çâmhâs ve Çeltikçi timarlarını vermişlerdir.
    Daha sonra Abdülmecid, 47.430 kuruş harcama
    ile harap binaları genişleterek yeniden inşa
    ettirmiş ve avlunun doğu taçkapısı üzerine 1256
    (1840) tarihini taşıyan güneş ışınlı-tuğralı
    kitâbeyi koydurmuştur. 1850-1851’de 95.390
    kuruş sarfıyla yeniden tamir-tâdil edilmiş ve bu
    faaliyetin kitâbesi de batıdaki taçkapının ön
    cephesine yerleştirilmiştir. II. Abdülhamid
    tarafından 1899-1900 yıllarında semâhâne-türbe
    binasının yenilendiği, türbenin ve semâhânenin
    kapılarındaki kitâbelerden anlaşılmaktadır.
    Batıdaki avlu taçkapısının arka cephesinde
    bulunan kitâbeden de mevlevîhâneyi “kâ‘betü’luşşâk-
    ı sânî” (ikinci Mevlânâ Dergâhı) haline
    getiren son büyük onarımın 1908’de
    tamamlandığı öğrenilmektedir.

    Mevlevîhânede 1849’dan itibaren, derviş ve
    fakirlerin yemek masraflarına harcanmak
    kaydıyla mukātaa ve timar bedelinden tahsis
    edilen 13.620 kuruşla haftada iki akşam bütün
    Gelibolu fakirlerine yemek verildiği
    bilinmektedir. 1911’de burada on altı hücrenişîn
    dervişle beş matbahnişîn (çilekeş can) ikamet
    ediyor, görevli kadrosu sertabbah, mesnevîhan,
    türbedar, neyzenbaşı ile muavini,
    kudümzenbaşı, duahan, na‘than, kazancı dede
    ve serhücrenişînden oluşuyordu (Konya
    Mevlânâ Müzesi Arşivi, nr. 65/6). I. Dünya
    Savaşı sırasında buranın son şeyhi Burhâneddin
    Dede, yedi dervişiyle birlikte Dördüncü Ordu
    emrindeki Mevlevî alayına katılıp üç yıl Şam’da
    kalmıştır. Bundan sonra Gelibolu düşman işgali
    altına girdiği için mevlevîhânenin tarihçesi
    karanlıktır. Bu dönemde cephanelik olarak
    kullanılan semâhâne-türbe binasındaki sütunlar
    üzerinde izleri görülen kalın kelepçelerden
    ahşap kirişlere taşıtıldığı anlaşılan asma kat
    halindeki mahfiller ve merdiveniyle zeminin
    döşeme tahtaları sökülmüş, sandukalar kaldırılıp
    türbe tabanı toprak haliyle bırakılarak semâhâne
    tabanı betonla kaplanmış, kuzeydeki semâhâne
    giriş kapısına beton briket örülmüş ve
    semâhânenin asma kat mahfillerine çıkan çifte
    kanatlı iki merdivenin arasındaki boşluklar
    gözetleme kulesi haline getirilmiştir. Eski
    resimlerde görülen ana binanın türbe girişi
    önündeki hâmûşânla (kabristan) avlu
    taçkapılarının tuğralı üçgen alınlıkları ve çatıdaki
    Mevlevî sikkeli alem tahrip edildiğinden
    günümüze ulaşmamıştır.

    Geniş bir araziye ve kâgir bir semâhaneye sahip
    olan mevlevîhâne, bulunduğu stratejik ve
    müstahkem mevkiinden dolayı halen askerî
    garnizon olarak kullanılmaktadır. Yıkılan
    mescidle müştemilâtının yerine bir askerî
    hastahane ve ek hizmet binaları inşa edilmiş,
    askerî malzeme deposu olarak kullanılan
    semâhâne-türbe binasının 1980’den önce
    geçirdiği çatı ve cephe onarımı sırasında güney
    cephesi kesme taşla yeniden kaplanmış, batıdaki
    semâhâne alt ve üst mahfel kapıları pencereye
    dönüştürülmüş, pencerelere de petek revzen ve
    korkuluklar takılmıştır. 1994 yılında bina
    Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından satın
    alınarak çatısının onarımına başlanmıştır.

    Zamanında bir mescid, zengin kütüphane, altmış
    odalı harem dairesi, geniş yemekhaneye, bir han
    ve bir mektebe sahip olan mevlevîhâne
    külliyesinin dış durumu, ancak XX. yüzyıl
    başında çekilen bir kartpostalla diğer bazı
    resimlerden anlaşılmaktadır. Düz ve tenha bir
    mevkide kurulan mevlevîhâne yaklaşık 33.000
    m2 bir alana sahip olup ihata duvarı ile
    çevriliydi. Batıdaki sokaktan yuvarlak kemerli,
    sütunları korint başlıklı mermer taçkapıyla 1000
    m2’lik avluya giriliyordu. Avlunun kuzeyinde
    kiremit örtülü kesme taştan yapılmış semâhânetürbe
    binası ve onun güneyinde hâmûşân yer
    almaktaydı. Hâmûşânın doğusundaki diğer
    taçkapıdan minareli mescid, derviş hücreleri,
    selâmlık ve harem dairesiyle güneye inen
    kiremit örtülü diğer bina topluluğuna
    geçiliyordu. Muhtemelen yerli gayri müslim
    ustaların eseri olan semâhâne-türbe binasının iç
    ve dış süslemeleri, II. Mahmud dönemi sonu-
    Abdülmecid dönemi başında devam eden taşra
    Türk empire (ampir) üslûbunun tipik
    örneklerindendir.

    Tanzimat dönemi devlet daire
    veya idâdîlerini andıran 12 m. yüksekliğindeki
    cepheler yatay bir yalın silme ile ikiye
    bölünmüş, üst yarısı yüksek altlıklı ve korint
    başlıklı sütunçeler, alt yarısı da plastrlarla düşey
    bölümlere ayrılmıştır. Her bölümde altlı üstlü iki
    sıra halinde düz silmeli ve üçgen alınlıklı büyük
    dikdörtgen pencereler yer almaktadır. Üst
    pencereler, diş kesimli saçak kornişinin altında
    bulunan üç bölümlü ve yuvarlak dilimli birer
    kemer olarak düzenlenen yüzeylerin ortasına
    yerleştirilmiştir. Bu düzen binanın dört
    cephesinde tekrarlanarak devam etmekte, sadece
    kapılar ve eskiden mevcut olan batıdaki çift
    kanatlı iki merdivenle kesilmektedir. Semâhânetürbe,
    aynı dikdörtgen planlı kitle (28,6 x 35 m.)
    içine alınarak diğer bölümlerden tecrit edilmesi
    bakımından, farklı malzemeye sahip olmasına
    rağmen Yenikapı ve Bahariye
    mevlevîhânelerinin asma galeri katlı ahşap
    türbe-semâhâne ikilisinin plan tipine uymaktadır.
    İç mekân, birbirine kemerlerle bağlanan on beş
    sütunun taşıdığı sekiz bağdâdî kubbe ve
    aralarındaki düz tavan bölümleriyle örtülü olup
    iki sıra halindeki kırk dört pencere ile
    aydınlatılmıştır. Hepsi korint başlıklı olan
    sütunlardan doğudaki altı tanesinin taşıdığı 9,5
    m. çapındaki orta kubbe ile köşelerde yer alan 8
    m. çapındaki iki kubbenin örttüğü türbeye (13,5
    x 26 m.) güneye açılan ta‘lik kitâbeli kapıdan
    girilir. Semâhâne kısmının (18,8 x 26 m.)
    doğusunda ise dokuz sütunun taşıdığı 18,78 m.
    çapındaki orta kubbeyle
    örtülü semâ meydanı, 4,5 m. çapında birer
    kubbenin örttüğü mihrap önü mahalli ile
    karşısındaki içine eskiden asma kat mutrip
    mahfilinin yerleştirildiği mekân ve iki köşesi 8
    m. çapında birer kubbeyle örtülü eski iki katlı
    asma ziyaretçi mahfili yeri bulunmaktadır.
    Semâhânenin, mevcut hatıl izlerinden
    zamanında, kapının üstüne rastlayan kısmının
    mutrip heyetine ait bir asma kat mahfiliyle
    çevrili olduğu ve buraya kapının yanında bugün
    izleri görülen ahşap bir merdivenle çıkıldığı
    anlaşılmaktadır. Alt ve üst kat ziyaretçi
    mahfillerine ise dışarıdaki çift kollu iki beyzî
    merdivenin altında ve üstünde bulunan bugün
    pencereye dönüştürülmüş iki kapıdan
    girilmekteydi. 18,78 m. çapındaki ahşap
    döşemeli semâ meydanı, Mevlevî âyini icrasına
    uygun olarak ya dairevî veya dokuzgen planlı
    olup dokuz sütun arasına yerleştirilmiş alçak bir
    korkulukla sınırlanmış ve Yenikapı ve Bahariye
    mevlevîhânelerinde olduğu gibi türbe kısmından
    yüksek bir korkulukla ayrılmış bulunuyordu.
    1767 yılına ait tamirat keşif raporuna ve eski bir
    kartpostaldaki resme göre semâhâne, Selânik
    Mevlevîhânesi semâhânesindekilere benzeyen
    saçaklı kapılara sahipti. Yaşlıların ifadelerinden,
    türbe kapısından 6 m. kadar içeride Ağazâde
    Mehmed Dede’nin medfeninin yer aldığı
    mahzene inen beş basamaklı bir merdivenin
    bulunduğu öğrenilmektedir. 7,74 m.
    yüksekliğindeki azametli mermer mihrabın nişi,
    yaldız bordürlü ve ortası abartılmış üç dilimli
    geniş silmeli bir kemerle çevrilidir. Nişteki
    kırmalı sarı mukarnasın altı, bordo rengi saçaklı
    ve kordonlu perde motifiyle süslüdür.
    Köşeliklerdeki Türk empire üslûbu özelliği
    gösteren şualı iri gülçelerle yanlarındaki çift
    sütunçe başlıklarının sarkık uçlu yaprak
    çelenkleri yaldızlıdır. Yer yer alçısı dökülmüş
    bağdâdî kubbelerin canlı kalem işlerinde hâkim
    renkler mavi ve kiremidî olup dilimlere bölünen
    kubbe yüzeyleri, gölgeli bir üslûpta yapılan
    ortalarda soyut bitkisel motiflerle, kenarlarda ise
    kurdele, kordon, âşık yolu gibi Türk empire
    motifleriyle süslenmiştir. Semâ meydanının
    üzerindeki büyük kubbenin eteklerinde yirmi
    pafta içine ta‘lik hatla yazılmış Yenikapı,
    Bahariye ve Kütahya mevlevîhânelerinin
    semâhâne kubbe eteklerinde de bulunan ve
    semânın manevî değerini anlatan, “Dânî semâ çe
    büved?” (Semâ nedir, bilir misin?) mısraı ile
    başlayan Farsça beyitler dikkat çekmektedir.

    Not: Fotoğrafın büyük halini görmek için üzerine tıklayın. Bu ileti ile ilgili her türlü yorumlarınızı en altta bulunan "Yorum Gönder " kısmına yazarak bize iletebilirsiniz. Yönetici onayından sonra yayınlanacaktır.


    GELİBOLU
    Çanakkale iline bağlı ilçe merkezi.
    Aynı adı taşıyan yarımadanın kuzeydoğu
    kesiminde Çanakkale Boğazı’nın kuzey giriş
    kısmında, denize doğru uzanan bir yüksekliğin
    üzerinde kurulmuştur. Şehrin ve yarımadanın
    adının “gemi şehri, güzel şehir” yahut
    “Galyalılar’ın şehri” anlamındaki Kallipolis veya
    Gallipolis’ten geldiği belirtilir. Ancak bu adın
    menşei hakkında kesin bilgi yoktur. Şehir, XIV.
    yüzyılın başlarından itibaren bu bölgeye yönelik
    akınlarda bulunan Türkmen beylikleri tarafından
    Gelibolu adıyla anılmıştır. Aydınoğulları tarihini
    ihtiva eden Düstûrnâme’de “Gelibolı” şeklinin
    kullanıldığı dikkati çekmektedir. Kemalpaşazâde
    Gelibolu’nun adı ve kuruluşu hakkında bilgi
    verirken buranın asıl adının “Kalipoli” olduğu,
    “poli”nin Rumca şehir, “Kali”nin ise Bolayır
    tekfurunun kızının isminden geldiği söylentisine
    yer verir (Tevârîh-i Âl-i Osmân, II, 126).
    Tarih. Kimler tarafından ne zaman kurulduğu
    hakkında kesin bilgiye rastlanmayan şehir
    civarında ilk yerleşmenin Traklar’ca
    gerçekleştirildiği sanılmaktadır. Daha sonra
    Foçalılar ve Miletliler’in bu bölgede kolonileri
    olduğu belirtilir. Ancak bu devirlerde bu isimde
    bir yerleşme yerine rastlanmamaktadır.
    Yarımada tarih boyunca birçok kavmin
    güzergâhı olması dolayısıyla stratejik noktalarda
    bazı istihkâmlar kurulmuş olmalıdır. Gelibolu
    yöresinde yapılan araştırmalarda birtakım antik
    kalıntılar şehrin 16 km. doğusunda Duran çiftlik
    kesiminde bulunmuştur. Muhtemelen Gelibolu
    bugünkü yerinde Roma idaresi döneminde bir
    kale olarak ön plana çıkmaya başlamıştır. Şehir
    Romalılar’la Pontuslular arasındaki çekişmede
    önemli rol oynadı. Bizans idaresi altında iken
    önce Gotlar’ın, ardından da Hunlar’ın
    saldırılarına uğradı. 441’de Trakya bölgesine
    inen bir Hun ordusunun tahrip ettiği şehirler
    arasında Gelibolu da zikredilir. Bizans
    İmparatoru I. Iustinianos tarafından tamir
    ettirilen kale zamanla önemli bir liman ve ticaret
    merkezi haline geldi. Arap ordularının İstanbul’a
    yönelik seferlerinden bu bölge de etkilendi.
    Haçlı ordularının buradan geçerek Anadolu’ya
    ulaştıkları Gelibolu 1204’te Latinler’in idaresi
    altına girdi. Bir süre sonra İznik İmparatoru III.
    Ioannes tarafından geri alındı (1235). Bizans’ın
    son dönemlerinde Ege ve Marmara kıyılarında
    faaliyet göstermeye başlayan Türkmen beylikleri
    Gelibolu yarımadasını da hedef aldılar. Bu arada
    Batı Anadolu’daki beyliklerle mücadele etmek
    üzere Bizanslılar’ca getirtilen Katalanlar
    Anadolu’daki faaliyetlerinden sonra (1304)
    Gelibolu’ya yerleştiler ve bir süre burada
    kaldılar. Atina’ya çekilmelerine kadar
    Trakya’daki faaliyetleri ve Bizans’la
    mücadeleleri sırasında, Ece Halil idaresindeki
    500 Karesili Türkmen onlarla birlikte hareket
    etmiş ve kılavuzlukta bulunmuştu. 1320’lerde
    Bizans donanması için önemli bir üs niteliği
    kazanan Gelibolu, 1331 veya 1332’de Aydın
    Beyi Gazi Umur Bey idaresindeki donanmanın
    başlıca hedefi oldu. Umur Bey ve müttefiki
    Saruhanoğlu’nun saldırıları sonuçsuz kaldıysa
    da bu kuvvetler Gelibolu limanı yakınındaki
    Lazgölhisarı mevkiinde tutunmayı başardı. Fakat
    bu uzun süreli olmadı. Daha sonra Orhan Bey’in
    oğlu Süleyman Paşa idaresindeki Osmanlı
    kuvvetleri İmparator Kantakuzenos’un müttefiki
    sıfatıyla yarımadaya geldiler (753/1352). Bizans
    kuvvetleriyle birlikte Sırp ve Bulgarlar’a karşı
    mücadele eden Süleyman Paşa’ya Çimbihisarı üs
    olarak verildi. Burası Osmanlılar için bir
    dayanak noktası oluşturdu. Müstakil hareket
    etmeye başlayan Süleyman Paşa bir taraftan
    Trakya’ya, diğer taraftan Gelibolu yönüne
    akınlarda bulundu. Gelibolu abluka altına alındı.
    Bizanslılar haraç vermek şartıyla Osmanlılar’ı
    bölgeden uzaklaştırmaya çalışırken 2 Mart
    1354’te meydana gelen şiddetli zelzele surların
    yıkılmasına ve şehrin harap olmasına yol açtı.
    Halkın bir kısmı hayatını kaybetti, bir kısmı da
    soğuk ve kıtlık yüzünden buradan kaçtı.
    Osmanlılar savunmasız ve boş şehri kolayca
    elde ettiler. Bu haberi duyan Süleyman Paşa
    Biga’dan buraya geldi ve kaleyi yeniden onartıp
    tahkim etti. Anadolu’dan Türk nüfus getirilip
    şehre yerleştirildi.
    Osmanlı hâkimiyetinde Gelibolu, Trakya ve
    Balkanlar’a yönelik akınlarda önemli bir harekât
    üssü oldu. Hatta ilk Paşa sancağının merkezi de
    burası idi. Süleyman Paşa 1357’de ölünce bir
    cami ve imaret yaptırıp vakıflar tahsis ettiği
    Bolayır’a defnedildi. 13 Ağustos 1366’da Savoy
    (Savoia) Dükü Amedeo bir Haçlı filosu ile
    Gelibolu’yu alıp 14 Haziran 1367’de Bizans’a
    terketti. Bu durum Osmanlılar’ın Balkanlar’la
    olan bağını kesintiye uğrattıysa da Bizans
    İmparatoru IV. Andronikos, I. Murad’ın ısrarlı
    talebi sonucu kaleyi Osmanlılar’a bıraktı.
    1376’daki bu ikinci fetihle Gelibolu kati olarak
    Osmanlı hâkimiyetine girmiş oldu. Burası
    Osmanlı orduları için bir geçit yeri ve deniz üssü
    olarak önem kazandı. Yıldırım Bayezid kaleyi
    yeniden tahkim ettirerek limanı genişletti ve iki
    kule yaptırdı; burayı bir gümrük istasyonu haline
    getirerek İstanbul’a gidip dönen sivil tüccar
    gemilerini limana yanaşmaya zorladı. Ticarî
    menfaatleri oldukça zedelenen Venedikliler
    şehre yönelik saldırılarda bulundular. Fetret
    devrindeki karışık ortam onların faaliyetlerine
    hız verdi. Boğazdan serbest geçiş için Osmanlı
    şehzadesi Mûsâ ile anlaşma yaptılar; fakat Çelebi
    Sultan Mehmed döneminde Gelibolu,
    Osmanlılarla Venedikliler arasında başlıca
    tartışma konusunu oluşturdu. 1415’te
    Gelibolu’daki Osmanlı donanması
    Venediklilerin elindeki adalara saldırdı. Bunun
    üzerine Loredano idaresindeki Venedik filosu
    Gelibolu’ya gelerek limanda bulunan Osmanlı
    donanmasını tahrip etti (Mayıs 1416). Venedik
    kaynaklarına göre 12 Osmanlı gemisi
    zaptedilmiş, 4000 kişi de öldürülmüştü. Ancak
    Venedikliler boğazın kontrolünü ellerinde
    tutamadılar. 1423’te ve 1430’da Venedikliler
    Gelibolu’ya saldırdılarsa da büyük bir ilerleme
    sağlayamadılar. Bu arada şehir II. Murad ile
    amcası Mustafa (Düzmece) arasındaki
    mücadelelerde önemli rol oynadı. Mustafa,
    kendisine taraftar olan halkın desteğiyle
    Gelibolu’ya hâkim olmuştu; fakat burayı
    müttefiki Bizanslılar’a vermemişti. Boğazın sıkı
    kontrolü, II. Murad’ın Rumeli’ye geçecek vasıta
    dahi bulamamasına yol açmıştı. Nihayet Ceneviz
    filosunun yardımıyla Gelibolu yakınına çıkıp
    şehri ele geçirdi.
    İstanbul’un fethine kadar önemli bir askerî deniz
    üssü olma özelliğini koruyan Gelibolu Fâtih
    Sultan Mehmed döneminde esaslı bir şekilde
    tahkim edildi. Hatta boğazın ve şehrin
    korunması için Çanakkale’de giriş kısmında
    karşılıklı iki hisar yaptırıldı. Böylece hem
    Gelibolu hem de İstanbul’un müdafaasının
    Çanakkale Boğazı’ndan başladığı gerçeği tam
    anlamıyla ortaya çıkmış oldu. Ancak Gelibolu,
    1515’te İstanbul’da Haliç Tersanesi’nin devreye
    girmesiyle giderek deniz üssü olma özelliğini
    yitirmeye başladı. Yine de deniz seferleri için
    donanmanın önemli ana merkezlerinden biriydi.
    I. Ahmed 1613’te şehre gelerek Yazıcızâde
    Mehmed Efendi’nin, ardından da Bolayır’da
    Süleyman Paşa’nın türbelerini ziyaret etti. XVII.
    yüzyılın ikinci yarısına doğru başlayan Girit
    seferinde yeniden ön plana çıkan şehir,
    Venediklilerin boğazda başlattığı ablukadan
    oldukça etkilendi. Venediklilerin abluka
    faaliyetleri XVII ve XVIII. yüzyıl başlarında da
    sürdü. 1770’teki Çeşme faciasının ardından
    boğazlar ve Gelibolu yeni bir tehditle daha karşı
    karşıya kaldı. 1790’lardan itibaren de Hâfız
    Mustafa adlı bir âyanın nüfuzu altına girdi ve
    bazı karışıklıklar yaşandı. Asıl büyük tehlike
    Çanakkale muharebeleri sırasında meydana
    geldi. Müttefik kuvvetlerin çıkarma harekâtı
    esnasında bombalandı ve yer yer tahribata
    uğradı. Bunun ardından 4 Ağustos 1920’de
    Yunanlılar tarafından işgal edildiyse de 3 Ekim
    1922’de terkedildi. Cumhuriyet döneminin
    başlarında vilâyet merkezi oldu (1923). Bu
    durum, 1926 yılında 877 sayılı kanunla ilçe
    merkezi haline dönüştürülmesine kadar sürdü.
    Fizikî, Kültürel ve Sosyoekonomik Yapı.
    Gelibolu tarih boyunca Avrupa ile Anadolu
    arasında önemli bir güzergâh noktası olduğu
    gibi korunaklı limanı, boğazdan Marmara’ya
    geçişte ve dolayısıyla İstanbul’a ulaşma yolunda
    son büyük istasyon olarak da dikkati çekmiştir.
    Burası Marmara’ya geçişi kontrol eden yerde
    âdeta İstanbul’un kilidi vasfını taşımaktaydı.
    1613’te I. Ahmed’in şehri ziyaretini anlatan
    Mustafa Sâfî burayı “deryâ-i sefîdin kilidi”
    şeklinde tarif eder (Zübdetü’t-tevârîh, II, vr.
    242a-247a). Bu stratejik önemi şehri, İstanbul’u
    kontrol altında tutmak ve Balkanlar’a açılmak
    isteyenler için elde edilmesi gereken bir hedef
    haline getirmişti. Bizanslılar yanında Karadeniz
    ve Akdeniz ticaretini ellerinde tutan Venedikli
    ve Cenevizliler bu yolda büyük gayret
    sarfetmişlerdi. Batı Anadolu’daki Türkmen
    beyliklerinden Karesi ve Aydınoğulları da
    buraya yönelmişlerdi. Osmanlı hâkimiyetinde
    şehir bir deniz üssü, geçit yeri ve ticarî merkez
    oldu. Aynı zamanda Osmanlı Acemi Ocağı’nın
    merkezi de burasıydı. 1394’te H. J. Schiltberger,
    adını “Kalipoli” şeklinde yazdığı bu şehirden
    Anadolu’ya geçmiş ve burayı kale-şehir olarak
    tarif etmiştir (Türkler ve Tatarlar Arasında, s.
    100). Nitekim onun buradan geçişinden bir süre
    önce 1390’da Yıldırım Bayezid’in emriyle
    Sarıca Paşa kaleyi müstahkem hale getirmiş,
    limandaki havuzları temizletmiş, girişini zincirle
    kapattırmıştı. Osmanlı fethinden çeyrek asır
    sonra 1403’te Gelibolu’dan geçen Kastilya elçisi
    Clavijo şehrin Süleyman Çelebi’nin idaresinde
    olduğunu, Osmanlı harp gemilerinin burada
    bulunduğunu, büyük tersane ve havuzların yer
    aldığını belirtir. Clavijo limanda kırk kadar gemi
    görmüş ve kalede kalabalık askerlerin
    varlığından da söz etmiştir (Anadolu, Orta Asya
    ve Timur, s. 36). 1422’de şehri gören G. de
    Lannoy da buranın büyük bir şehir olduğundan
    ve limanından bahseder.
    Gelibolu hakkında en ayrıntılı bilgiler, XV ve
    XVI. yüzyıla ait tahrir defterlerinde
    bulunmaktadır. 1475 tarihli deftere göre
    (İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Muallim
    Cevdet, TD, nr. 0.79) Gelibolu kırk mahalleli
    büyük bir şehir durumundaydı. Mahalleleri
    genellikle bir mescid veya cami etrafında
    teşekkül etmiş olup en kalabalık olanlarını Sarıca
    Paşa İmareti, Hacı Hamza, Ahmed Bey, Kırımlı
    Hızır, Hacı Tanrıvermiş, Sofu Halil ve Suyağı
    mescidleri mahalleleri oluşturuyordu. Özellikle
    II. Murad ve II. Mehmed devri vezirlerinden
    Sarıca Paşa’nın yaptırdığı imaret (846/1442-43)
    bir başka önemli yerleşmenin çekirdeğini
    oluşturmuştu. I. Murad’ın inşa ettirdiği caminin
    çevresi de önemli yerleşme birimiydi.
    Mahallelerin birçoğunda müslüman ve gayri
    müslim nüfus birlikte yaşamaktaydı. Müslüman
    hâne sayısı otuz dokuz mahallede toplam 860
    kadardı. Ayrıca dış mahalle olarak kabul edildiği
    anlaşılan Kozludere köyünde otuz dört hâne
    daha bulunuyordu. Şehirde dört hâne kadar
    hepsi Türkçe ad taşıyan “Ermeniyan cemaati”
    vardı. Otuz iki mahalleye dağılmış olan gayri
    müslimler 184 hâneden ibaretti. Defterdeki
    kayıtlarda bunların “kadim” Gelibolu
    ahalisinden olduklarının belirtilmesi, şehrin
    ikinci defa anlaşma şartları ile tesliminin bir
    sonucu olmalıdır. Osmanlılar’a teslim edilirken
    bir kısım Rum ahali burada kalmıştı. İstanbul’un
    fethinden sonra Rum halkın ileri gelenleri
    İstanbul’a gitti; geri kalanların bir kısmı
    Kozludere yakınlarına ve Eski Gelibolu denilen
    yere yerleşti. Frenk adıyla kayıtlı mahallede ise
    beş hâne Latin asıllı tâcir bulunuyordu. Öte
    yandan şehirde kalabalık bir gemi reisleri
    topluluğu vardı. Bunlar doksan üç bölükten
    ibaretti ve her bölük bir gemiye (kadırga)
    tekabül etmekteydi. İlk bölük kaptan bölüğü
    olup otuz iki azeb, yedi mehter, beş komi
    denilen hizmetlilerden müteşekkildi. Diğer
    bölükler genellikle bir reis, bir seroda, iki komi
    ve dokuz azebden oluşuyordu. Bu aynı zamanda
    bölüklerin kadrolarını da göstermekteydi.
    Bunların toplam sayıları bir kaptan, doksan iki
    reis, doksan seroda, 835 azeb, 148 komi, yedi
    mehter, bir kürekçiden
    ibaretti ve maaşlı (ulûfeli) statüde idiler. Ayrıca
    beş kalyete reisi, bunların otuz adamı, on bir
    kayık reisi ve bunların elli dokuz adamı da
    mevcuttu. Bunun yanı sıra kendi gemileriyle
    “rençberlik” ettikleri belirtilen ve devlet
    tarafından verilen görevleri yapmakla mükellef
    on üç sivil reis daha vardı. Bunlar Gelibolu
    mahallelerinde oturuyorlardı. Bütün bu
    rakamlara göre şehirde 1475 yılında sivil nüfus
    5500’ü buluyordu. Diğer askerî gruplar ve kale
    muhafızları ile (kırk iki kişi) toplam nüfus 7000
    dolayındaydı.
    1518 tahririne göre Gelibolu’nun fizikî açıdan
    daha da geliştiği anlaşılmaktadır (BA, TD, nr.
    75, s. 9-36). Müslüman mahalle sayısı elli beşe
    yükseldi; ayrıca Eski Gelibolu denilen yerde
    dört, Manyas’ta iki olmak üzere altı gayri
    müslim mahallesi mevcuttu. Daha önce
    müslüman mahallelerinde dağınık oturan gayri
    müslimler, bu dönemde ayrı mahalleler
    kurularak buralara nakledilmiş olmalıdır. Yeni
    kurulan mahalleler arasında özellikle Şeyh
    Muhyiddin Yazıcı Mescidi, Mesih Paşa Camii,
    Yâkub Bey Camii, Yahşizâde, Efdalzâde Ahmed
    Çelebi mahalleleri dikkati çeker. Mahallelere
    adlarını veren mescid ve camilerin bânileri
    arasında devlet adamlarının, ulemânın bulunuşu,
    Gelibolu’nun idarî bir merkez olması ve kültürel
    yapısının bir sonucudur. Bu tarihte müslüman
    sivil nüfusun hâne sayısında artış meydana
    gelmiş (1100 hâne, 250 mücerred/bekâr), gayri
    müslim hâne sayısı da yine buna paralel bir seyir
    göstermiştir (206 hâne, 57 mücerred, 55 bîve/dul
    kadın). Ayrıca Latinler üç hâne olarak şehirde
    ikametlerini sürdürüyorlardı. Bu arada on yedi
    hânelik bir yahudi topluluğu ortaya çıkmıştı.
    Bunlar, XVI. yüzyılın başlarında İspanya’dan
    gelen göçmenlere mensuptular. Aralarından üç
    kişinin ticaret için İstanbul’dan geldiğine işaret
    edilmişti. Yine Ermeni kayıtlı iki hâne vardı.
    Bütün bu rakamlara göre sivil nüfus 7000
    dolayına yükselmişti. Öte yandan askerî bölükler
    de teşkilâtlarını korumaktaydılar. Gemici
    bölüklerinin sayıları değişmemiş, fakat
    bölüklerin kadroları oldukça azalmıştı. Bunda
    muhtemelen İstanbul’daki tersanenin faaliyete
    geçmesi etkili olmuştur. 1530 tarihli defterde
    bunlar zikredilmemektedir. Bu durum ulûfeli
    olan bu grupla ilgili kayıtlara, farklı maksatlara
    yönelik olarak hazırlanan tahrir defterlerinde
    artık yer verilmemiş olmasından da
    kaynaklanabilir. Ancak yine de XVI. yüzyılın
    ikinci yarısına doğru buranın önemini yitirdiği
    söylenebilir. Nitekim XVII. yüzyılda Gelibolu
    gemilerinde otuz dört bölüğün mevcut olduğu
    bilinmektedir. Bununla birlikte fizikî gelişme ve
    nüfus artışı sürdü. 1530’da müslüman mahalle
    sayısı elli dokuza yükselmiş, biri Kozludere,
    diğeri Bayır adlı iki köy dış mahalle olarak şehre
    bağlı gösterilmişti. Ayrıca altı hıristiyan
    mahallesi yanında bir yahudi cemaati ve beş
    hâne Latin de varlıklarını sürdürmüşlerdi.
    1530’da müslüman nüfus, Kozludere ve Bayır
    hariç 993 hâne, 203 mücerredden ibaretti.
    Hıristiyanlar ise 231 hâne, otuz dört mücerred,
    otuz beş bîveden müteşekkildi. Bunun dışında
    kürekçi, zenberekçi ve meremmetçi kayıtlı, vergi
    muafiyeti verilmiş üç grup daha vardı.
    Sonuncuları Gelibolu’nun hassa dükkân,
    mahzen ve kervansarayındaki odaların tamir ve
    bakımıyla görevliydiler. Bütün bu rakamlara
    göre nüfus bu tarihlerde yine 7000
    dolayındaydı. 1518’e nisbetle demografik
    açıdan büyük bir değişme olmamakla birlikte
    fizikî bakımdan büyüme sürmüştür. 1551’de
    Gelibolu hakkında bilgi veren N. de Nicolay bu
    gelişmeye işaret eder ve buranın büyük bir
    ticaret merkezi olduğunu, yel değirmenlerinin ve
    600 kadar evin bulunduğunu belirtir; iki cami ile
    iki imaretten söz ederek kale dışında şehir
    etrafında sur olmadığını yazar. Bu bilgiler,
    Gelibolu’nun fizikî yapısının yaygın bir sahayı
    kapladığını düşündürmektedir. 1573’te Ph. de
    Frasne-Canay, Türk evleriyle dolu şehrin
    surlarının bir kısmının sulara gömülü
    bulunduğunu belirtir ki bunlar limana ait
    olmalıdır. Ayrıca burada birçok caminin
    görüldüğünü, sancak beyinin kalede oturduğunu
    zikreder (Le voyage du Levant, s. 155-156).
    Seyyahların bu ifadeleri, XVI. yüzyılın ikinci
    yarısına ait tahrir defterlerinden de takip
    edilebilmektedir. 1567’de şehirde elli dördü
    müslümanlar, altısı hıristiyanlarla meskûn altmış
    mahalle vardı. Müslüman nüfusu 1310 hâneye,
    hıristiyanlar ise 351 hâneye ulaşmış, ayrıca kırk
    sekiz hâne de yahudi kaydedilmişti. Sivil nüfus
    bakımından Gelibolu en kalabalık dönemine
    ulaşmış bulunuyordu. Bu rakamlara göre toplam
    nüfus 8000’i aşmıştı. En kalabalık mahalle otuz
    dört hâne, sekiz mücerredden oluşmaktaydı.
    XVII. yüzyılın başlarına doğru şehrin ciddi bir
    sarsıntı geçirdiği anlaşılmaktadır. Bu durum eğer
    tahrir sistemindeki bir değişiklikten
    kaynaklanmıyorsa bunda genel karışıklıklar ve
    tabii afetlerin rolü olduğu düşünülebilir. Nitekim
    1601’de mahalle sayısı dördü hıristiyanlara ait
    altmış iki idi. Fakat mahallelerde nüfus çok
    azalmıştı. Müslüman hâne sayısı 659,
    hıristiyanlar ise 245 hâneden ibaretti. Otuz hâne
    de yahudi mevcuttu. Toplam nüfus 5000
    civarına inmişti. Bu dönemde en kalabalık
    mahalleler Hacı Yâkub, Gazi Hüdâvendigâr
    Camii ve Ali Fakih olup bunlarda da hâne sayısı
    otuzun altına inmişti. Hıristiyan mahalleleri
    nüfus bakımından daha yoğundu.
    XVII. yüzyılın ikinci yarısına doğru
    Gelibolu’nun gerilemesi durdu, yeni bir canlılık
    yaşandı. Bunda, özellikle ticarî faaliyette görülen
    artış rol oynadı. Aynı yüzyıl başlarında buradan
    geçen Polonyalı Simeon’un büyük bir şehir
    olarak tarif ettiği Gelibolu’yu 1641’de gören bir
    Karayit yahudisi burayı yirmi beş camii, 100
    dükkânı, iki havrası olan, surları görülen güzel
    bir liman şehri diye tavsif eder. 1655’te J.
    Thevenot da eski tersane gözlerindeki harap
    gemi iskeletlerini görerek bunların sayısını yedi
    olarak vermişti. Aynı yıllarda Evliya Çelebi
    (1659), Thevenot gibi tersane gözlerinde eski
    “gazi” kadırgaların yattığını belirtir. Bu bilgiyi
    1672’de Ch. d’Arvieux da tekrar etmiştir. Evliya
    Çelebi’nin Gelibolu’yu tasviri son derece
    ayrıntılı ve isabetlidir. Ona göre kale bir
    kayalığın üzerinde yer almakta, güney, batı ve
    kuzey taraflarında şehrin varoşları
    uzanmaktaydı. Hisar içinde 300 ev, varoşta ise
    63 mahalle ve 700-800 ev bulunuyordu. Bu
    rakamlardan hareketle toplam nüfusun 6000’i
    geçtiği söylenebilir. Şehirde bu sıralarda cami,
    mescid, tekke ve zâviye gibi binaların sayısı 164
    idi. Kale içinde Sultan Camii ile Ahmed Paşa
    Camii vardı. Evliya Çelebi varoştaki Mesih Paşa
    Camii,
    Sarıca Paşa İmareti ve Medresesi’ni ismen
    zikreder ve birçok mescidin, dokuz dârülkurrâ
    ve büyük bir mevlevîhânenin bulunduğunu
    yazar. Mevlevîhâne XVII. yüzyıl başlarında inşa
    edilmiş olup şehrin mânevî hayatında önemli rol
    oynamıştır (bk. GELİBOLU
    MEVLEVÎHÂNESİ). Hıristiyan mahallelerinde
    ise birer küçük kilise yer alıyordu (Seyahatnâme,
    V, 315-321).
    Evliya Çelebi’nin şehrin fizikî yapısıyla ilgili
    olarak verdiği bilgileri, 1645 ve 1675 tarihli
    avârız defterleri de doğrular (BA, KK, nr. 2666;
    BA, MAD, nr. 339). Buna göre elli dokuzu
    müslümanlara, altısı gayri müslimlere (dört Rum,
    bir Ermeni, bir yahudi) ait olmak üzere altmış
    beş mahallesi olan Gelibolu’da 1645’te 1600’ü,
    1675’te ise 1150’yi aşkın ev vardı. 1645’te
    toplam hâne sayısının 1200 kadarını müslüman,
    altmıştan fazlasını yahudi, 400 kadarını Rum ve
    kırk sekizini Ermeniler teşkil ediyordu. Bu
    rakamlar 1675’te azalmış görünmektedir.
    Nitekim bu son tarihte toplam 1150’yi aşkın
    evin 850’ye yakınında müslüman, otuz beşinde
    yahudi (bir kısmı odalarda), 240 kadarında Rum
    ve on dokuzunda Ermeniler oturmaktaydı; bir
    kısım evler ise kullanılmayacak derecede harap
    haldeydi. Bu rakamlara göre toplam nüfus
    1645’te 7500-8000’den 1675’te 6000 dolayına
    düşmüştü. Böylece Gelibolu’nun, XVII. yüzyılın
    son çeyreğine girmeden hemen önce nüfus
    bakımından yeniden gerilemeye başladığı,
    ticaret hacminde de daralma meydana geldiği
    anlaşılmaktadır. 1645 ve 1675 tahrirlerine göre
    Gelibolu’nun bazı müslüman mahallelerinde
    Ermeni ve yahudilerin de evleri mevcuttu.
    Müslüman ev sahipleri arasında çok sayıda dul
    kadın vardı. Avârız vergisi vermeyen ve askerî*
    yazılan grupların sahip oldukları evler 1675’te
    230’a ulaşmaktaydı. Söz konusu gruplar içinde
    gerek adalarda gerekse Rumeli’deki kazalarda
    kadılık görevinde bulunanların fazla sayıda
    olması dikkat çekicidir. Bunların önemli bir
    kısmını eski kadılar oluşturuyordu. Dolayısıyla
    şehrin bu devirde belirli bir kültürel seviyeye ve
    sosyal yapıya sahip olduğu söylenebilir.
    Kadıların burayı tercih etmeleri, aynı zamanda
    İstanbul’a yakın ve herhangi bir görev alma
    halinde kolayca ulaşabilecekleri merkez
    olmasının yanı sıra İstanbul’a göre hayat
    standardının daha ucuz bulunmasından da
    kaynaklanmıştır. Bu tarihlerde şehirdeki en
    kalabalık mahalleri Yağcı Hızır, Küçük Hacı,
    Sofuca Halil, Ali Fakih, Câmi-i Atîk, Hacı
    Yâkub, Has Ahmed Bey, Suyağı, Keçeci Hacı,
    İbn Bennâ, Mütevelli, Hallâc Hüseyin, Hacı
    Dizdar, Haraççı Hamza, Kalenderhâne, Hoca
    Şems, Kılabudancık, Hoca Hamza, Müftü
    Ahmed Çelebi, Elhac Doğan adlı mahalleler
    teşkil ediyordu. Ayrıca Yukarı ve Aşağı mahalle
    adlı iki yeni mahalle Doğan Arslan adlı
    mahallenin ikiye bölünmesi sonucu oluşmuştu.
    Yahudilerin on üç kadarının Şeyhî Efendi
    Hanı’nın vakıf odalarında oturmakta iken
    buranın sonradan harap olduğu defterde
    belirtilmektedir. Rumlar ise Balıkpazarı, Aya
    Dimitri, Aya Yorgi, Aya Nikola adlı
    mahallelerde oturmaktaydılar ve aralarında Slav
    ve Latin asıllı kişiler de vardı. Bunlar
    muhtemelen tüccar ve yabancı misyon
    temsilcileriydi.
    Gelibolu’nun XVII. yüzyılın ikinci yarısında,
    hayli abartılı olarak 20.000 nüfuslu bir şehir
    durumunda olduğunu belirten Ch. d’Arvieux, bu
    nüfusun yarıdan fazlasını Türkler’in, geri
    kalanını Rum ve yahudilerin teşkil ettiğini yazar
    (Mémoires, IV, 442-443). XVIII. yüzyılda
    nüfusun biraz daha arttığı tahmin edilebilir.
    Nitekim bu yüzyılın sonlarında İnciciyan şehrin
    kalabalıklığından bahseder. 1814’te E.
    Raczynski ise Gelibolu’nun 40.000 nüfus,
    10.000 hâneli büyük bir şehir olduğunu yazar ve
    Tekirdağ’a uzanan faal bir kervan yolunu anlatır
    (1814’de İstanbul ve Çanakkale’ye Seyahat, s.
    150-151). XIX. yüzyılın sonlarında Kāmûsü’la‘
    lâm’da nüfus 20.000 olarak verilmiştir.
    1925’lere doğru, Gelibolu’nun yetmiş mahalleli
    bir idarî bölünme içinde iken yeni bir düzenleme
    yapıldığı, bunların dört mahalle (Aşağı, Yukarı,
    Mûsevî ve Ermeni mahalleleri) haline getirildiği
    belirtilir.
    Bir deniz üssü olarak gelişme gösteren ve önemi
    XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
    azalmakla birlikte özellikle büyük deniz seferleri
    dolayısıyla limanına ve tersanesine ehemmiyet
    verilen Gelibolu, XVI. yüzyıl sonlarına kadar
    Acemi Ocağı’nın bulunduğu ve teşkilâtlandığı
    bir yer olarak da dikkat çeker. Tarih boyunca bir
    geçit yeri olması, ticarî açıdan buranın faal bir
    liman haline gelişini sağlamıştır. Rumeli’yi
    Anadolu’ya bağlayan ve Akdeniz’den İstanbul’a
    ulaşan yolun üzerinde bulunması, pek çok
    ticaret gemisinin duraklama yeri olarak
    ehemmiyetini arttırmıştır. Nitekim Clavijo, XV.
    yüzyılın başlarında limandan pamuk balyaları
    yükleyen gemilerden söz eder. Ayrıca Floransalı
    ipek tâcirleri Bursa’dan aldıkları ipeği Gelibolu
    üzerinden Edirne’ye, tarihî Via Egnatia yoluna
    ulaştırıp Ragusa’ya iletiyorlardı. Bu ticarette
    şehir bir gümrük noktası olarak önemli bir
    mevkiye sahipti. Faal ticareti gümrük
    vergilerinden de anlamak mümkündür. 1475’te
    iskelenin gümrük geliri 400.000 akçeye ihaleye
    verilmişti. 1518’de bu rakam 766.663 akçeydi.
    İskele resmi ise 1530’larda 610.000 akçeye
    yükselmişti. Şehirdeki ticaret hacmini gösteren
    ihtisab resmi de 15.000 akçeydi. Buradan
    geçirilip Anadolu’ya sevkedilen koyun
    sürülerinden de büyük miktarlara ulaşan vergi
    alınıyordu. Bunun yıllık vergi getirisi hacmi
    66.000 akçe tutuyordu. Fakat XVII. yüzyılın
    sonlarında nüfusta olduğu gibi ticarette de bir
    azalma olmuş ve 1689’da Fransız konsolosu
    buradan ayrılmıştı. Dolayısıyla Evliya Çelebi’nin
    gümrük vergisi olarak söz ettiği 700.000 akçe
    daha eski dönemlere ait kaydı göstermektedir.
    XV ve XVI. yüzyıllarda Gelibolu’da birçok
    dükkân bulunuyordu. Mumhâne,
    darphâne gibi işletmelerin yanında Sanca Paşa
    İmareti vakıflarına ait doksan altı dükkân, bir
    bedesten, bir kervansaray, bir de çifte hamam
    mevcuttu. Bunların kira gelirleri vakfa
    gidiyordu. 1475’te ayrıca yine çeşitli vakıflara
    ait biri çifte dört hamam, biri harap beş
    kervansaray, bezirhâne, bozahâne ve 350
    dükkân yer alıyordu. XVI. yüzyıla ait kayıtlara
    göre bu rakamlar daha da artmıştı. Yine şehirde
    birçok pazar yeri vardı. Gelibolu’da XVI.
    yüzyılda tahıl pazarı, balık pazarı, bit pazarı,
    hayvan pazarı, üzümcüler çarşısı, attar, hallaç,
    pabuççu, kebeci, çıkrıkçı, boyacı, aşçı, takkeci,
    kürkçü, şerbetçi, çörekçi, börekçi, helvacı,
    palancı, saraç, demirci, kazancı, çilingir çarşıları
    mevcuttu. Halkın önemli bir kısmı pamuk
    dokumacılığı yapıyordu. Ayrıca deri işleyenler
    ve bundan mâmul maddeler üretenler de
    oldukça fazla idi. Gayri müslimler ise genellikle
    teknik alanlarda çalışıyorlardı, gemi malzemeleri
    imal etmekte ve hazırlamaktaydılar. Bunlar
    arasında saatçi, demirci, makaracı, fıçıcı, kaşıkçı
    gibi meslek sahipleri yaygındı. Tersanede XVI.
    yüzyıl başlarına kadar gemi inşası oldukça
    yoğundu. Meselâ 1496-1498 arasında burada
    yirmi kadırga, beş kalyete, sekiz kayık, yirmi
    beş sandal yapılmıştı. Daha sonra gemi inşası
    durmuş, ancak bir kısım gemilerin bakımı
    yapılmış, İnebahtı mağlûbiyetinden sonra ise
    burada on dört gemi inşa edilmişti.
    Gelibolu’daki tersanenin 1526’da otuz havuzu
    vardı ve bunlar XVIII. yüzyıla kadar zaman
    zaman esaslı şekilde tamir edilmişti. Liman da
    aynı şekilde bazı yıllar onarım görmüştü. Fakat
    XVIII. yüzyılın son çeyreğinde tersane tamamen
    harap olmuş, limanın bir tarafında on iki, diğer
    tarafındaki sekiz göz kullanılamaz hale gelmiş,
    taşlar mahzen ve dükkân yapımında
    kullanılmıştı (Bostan, s. 15-17). Ayrıca
    Gelibolu’da bir baruthâne bulunuyor ve
    İstanbul’daki Tersâne-i Âmire için barut üretimi
    yapılıyordu. Barut imali XVII-XVIII. yüzyıl
    boyunca sürmüştü. Gelibolu uzun süre esir
    ticareti için de merkez olmuş; bunun yanı sıra
    buğday, pamuk, şarap, şıra, yay, ok ve donanma
    malzemeleri imal ve satışı başlıca ekonomik
    faaliyeti oluşturmuştu.
    Gelibolu, XV. yüzyılın ikinci yarısında vakıfları
    olan birçok cami, mescid ve tekkeye sahipti.
    1475’te vakfı bulunan yirmi mescid, altı zâviye,
    iki medrese vardı. Bunlardan zengin vakıfları
    olanlar, II. Murad ve Fâtih Sultan Mehmed devri
    devlet adamlarından Sarıca Paşa İmareti, II.
    Murad’ın adamlarından Has Ahmed Bey’in I.
    Murad’ın sarayı yerinde yaptırdığı zâviyeli
    mescidi ve Çukurbostan mahallesinde sonradan
    cami haline getirilen bir diğer mescidi, Hacı
    Mustafa Mescidi, Mihaliç Hatib Medresesi,
    Kasap Tat Ahmed Mescidi, Hacı Kemal (Suyağı)
    Mescidi, Sarıca Paşa’nın kardeşinin adıyla anılan
    Sinan Bey Mescidi, Yağcı Hızır Mescidi, II.
    Murad devri devlet adamlarından Balaban Paşa
    Medresesi (vakfiyesi 846/1442-43), Hüsâmeddin
    Mescidi, Hacı Yegân Mescidi, Ahî Mûsâ
    Zâviyesi, Hoca Hamza Mescidi, Gazi
    Hüdâvendigâr Camii, Haraççı Hamza Mescidi,
    Hacı Mehmed Mescidi sayılabilir. 1518’deki
    kayıtlara göre bunlara Yazıcızâde Muhiddin
    Mescidi, Alâeddin Mescidi, Hüsam Hoca (Buçuk
    Kilindir), Güdük Hızır, Hacı Doğan, Ahmed
    Çelebi (Hızır Bey oğlu, Bursa müftüsü), Yâkub
    Bey camileri ilâve edilmişti. Bu son tarihte üç
    cami, kırk beş mescidin vakıfları kaydedilmişti.
    Ayrıca II. Bayezid’in kızı Ayşe Hatun’un ve eşi
    Rumeli beylerbeyi, Gelibolu sancak beyliği de
    yapan Sinan Paşa’nın eserleri de vardı. Başlıca
    zâviyeleri ise Sinan Paşa, Karaca Bey, Tat
    Ahmed, Halac Ahmed ve Ahî Devle zâviyeleri
    teşkil ediyordu. Bu sonuncusu 1475’te Mevlânâ
    Şeyh Muhyiddin’in, daha sonra da onun oğlu
    Hüsâmeddin Efendi’nin idaresi altındaydı.
    Dolayısıyla bir ahî zâviyesi olduğu anlaşılan
    buranın sonradan mevlevîliğe yakın şeyhlerin
    eline geçtiği söylenebilir. Nitekim zâviye daha
    sonra mevlevîhânenin de temelini oluşturmuştur.
    Salnâmelere göre 1890’larda şehirde Gazi
    Hüdâvendigâr (787/1385), Mesih Paşa
    (901/1495-96), Kadı İskelesi (966/1559), Şeyh
    Mehmed Efendi’nin yaptırdığı Yenicami,
    Çevgânîzâde Hacı İbrâhim’in Liman Camii,
    İskender Camii, Buhûrî Mahmud Efendi’nin
    camii ve Cüllâhlar Camii olmak üzere sekiz
    cami, birçok mescid, dokuz tekke, bir zâviye, iki
    kilise, bir havra vardı.
    Meşhur Osmanlı tarihçisi Gelibolulu Âlî Mustafa
    Efendi’nin doğduğu yer olan şehirde ayrıca bazı
    tanınmış ulemâ ve devlet adamları da yetişmiş
    veya burada yaşamıştır. Bunlar arasında
    Yazıcızâdeler. Zeynelarab, Ağazâde Şeyh
    Mehmed Efendi, Kutb Ömer Efendi, Dâî Ahmed
    Efendi, Mustafa Feyzi Efendi, Sinan Paşa,
    Kaptan Gazi Mehmed Paşa sayılabilir.
    Gelibolu fetihten sonra bir sancak ve sancak
    merkezi olduğu gibi Rumeli’nin ilk Paşa sancağı
    da olmuştu. Daha sonra bir denizcilik idare
    merkezi olarak şöhret kazandı. Osmanlı
    donanmasının başındaki kaptan-ı deryâ burayı
    merkez edinmişti. Dolayısıyla kaptan-ı deryâ
    sancağı olarak da biliniyordu. Gelibolu sancağı
    kaptan-ı deryâlara verildiği için müstakil bir yapı
    gösteriyordu. Fakat şeklen Rumeli
    beylerbeyiliğine tâbi idi. 1518’de sancak
    Gelibolu, Keşan, Malkara, Limni, Taşöz,
    Eceovası, İmroz ve Semadirek’ten ibaretti. Bu
    tarihte toplam müslüman hânesi 2639’du. Gayri
    müslimler 2714 hâne idi ve bunlar Limni, Taşöz,
    İmroz ve Semadirek’te toplanmıştı. Bütün
    sancakta XVI. yüzyıl başlarında 25-30.000 kişi
    bulunuyordu. Gelibolu 1533’te Hayreddin
    Paşa’nın kaptan-ı deryâ oluşu ve Cezâyir-i Bahri
    Sefîd eyaletinin kuruluşundan sonra buranın
    merkez sancağı oldu. XVI. yüzyılın ikinci
    yarısında sancağa İpsala ve Gümülcine
    bağlanmıştı. XVII. yüzyıl başlarında sancağın
    idarî birimleri değişmemişti. Tanzimat sonrası
    Gelibolu Edirne eyaletine bağlı, Keşan, Şarköy,
    Mürefte ve Eceabat kazalarından oluşan bir
    sancaktı. 1865’te buraya Şarköy, Evreşe, Enez,
    Ferecik, Gümülcine kazaları bağlıydı. XIX.
    yüzyılın sonlarında bu kazaların yanı sıra dokuz
    nahiyesi ve 152 köyü bulunuyordu. 1309’da
    (1891-92) sancakta toplam 3608 hânede 13.691
    müslüman, 4768 hânede 21.780 Rum, 188
    hânede 1032 Ermeni ve 210 hânede 1756
    yahudi vardı (Salnâme-i Vilâyet-i Edirne [1309],
    s. 326-333). Cumhuriyet döneminde vilâyet olan
    (1923) Gelibolu’ya Eceabat, Enez, İpsala,
    Keşan, Şarköy bağlanmıştı. 1926 yılında ilçe
    merkezi durumuna gelen Gelibolu bugün
    Çanakkale’ye bağlıdır ve fazla gelişmemiştir.
    1927 sayımında nüfusu 5445 iken 1940’ta
    12.713’e, 1945’te 16.496’ya yükseldi. 1950’de
    yeniden 10.000’in altına (9893)
    düştü. 1955 sayımında tekrar 10.000’i geçen
    (12.341) nüfusu 1990’da 18.670’e ulaştı.
    Meyve, sebze, balıkçılık ve bitkisel yağ üretimi
    ön plandadır. Son yıllarda turizm sektörü
    ilerleme kaydetmiştir.
    Günümüzde Gelibolu ilçesinin merkez
    bucağından başka Bolayır ve Evreşe adlı iki
    bucağı vardır. Yüzölçümü 806 km2 olan ilçenin
    1990 sayımına göre nüfusu 40.020 idi.
    BİBLİYOGRAFYA
    BA, TD, nr. 12, vr. 1a-13a; nr. 75, s. 9-36; nr.
    434, s. 11-53; nr. 490, s. 18-46; nr. 702, s. 1-12;
    nr. 724, s. 8-22; TK, TD, nr. 141, vr. 6b-13b;
    BA, KK, nr. 2666; BA, MAD, nr. 339, s. 80-99;
    İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Muallim
    Cevdet, TD, nr. 0.79; H. J. Schiltberger, Türkler
    ve Tatarlar Arasında: 1394-1427 (trc. Turgut
    Akpınar), İstanbul 1995, s. 100; R. G. de
    Clavijo, Anadolu, Orta Asya ve Timur (trc.
    Ömer Rıza Doğrul, s.nşr. Kâmil Doruk), İstanbul
    1993, s. 36-37; Dukas, Bizans Tarihi (trc. V.
    Mirmiroğlu), İstanbul 1956, s. 9; Enverî,
    Düstûrnâme (Mélikoff), s. 61-62; Ķānūnnāme-i
    Sulŧānī ber-Mūceb-i ǾÖrf-i ǾOŝmānī (nşr. R.
    Anhegger-H. İnalcık), Ankara 1956, s. 46, 63,
    79; İbn Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osmân, II, bk.
    İndeks; Tursun Bey, Târîh-i Ebü’l-Feth (nşr.
    Mertol Tulum), İstanbul 1977, s. 41, 47, 75, 77,
    133, 147, 158; N. Nicolay, The Nauigations into
    Turkie, London 1585, vr. 44b-45b; Mustafa Sâfî,
    Zübdetü’t-tevârîh, Beyazıt Devlet Ktp.,
    Veliyyüddin Efendi, nr. 2429, II, vr. 242a-247a;
    J. M. Jouannin-M. J. van Gaver, Turquie, Paris
    1840, Iv. 5; Ph. de Frasne-Canay, Le voyage du
    Levant, Paris 1897, s. 155-156; Evliya Çelebi,
    Seyahatnâme, V, 315-321; Polonyalı Simeon’un
    Seyahatnamesi: 1608-1619 (trc. H. Andreasyan),
    İstanbul 1964, s. 20; Ch. d’Arvieux, Mémoires,
    Paris 1735, IV, 442-443; J. Thevenot, 1655-
    1656’da Türkiye (trc. Nuray Yıldız), İstanbul
    1978, s. 51; E. Raczynski, 1814’de İstanbul ve
    Çanakkale’ye Seyahat (trc. Kemal Turan),
    İstanbul 1980, s. 150-156; Salnâme-i Vilâyet-i
    Edirne (1309), s. 326-333; a.e. (1310), s. 597-
    624; a.e. (1317), s. 472-474; a.e. (1319), s.
    1084-1086; Fahri Cemal, Türkiye’nin Sıhhî
    İctimâî Coğrafyası: Gelibolu Vilâyeti, İstanbul
    1925; Fevzi Kurtoğlu, Gelibolu ve Yöresi Tarihi,
    İstanbul 1938; a.mlf., “XVI ncı Asrın İlk
    Yarısında Gelibolu”, TM, V (1936), s. 291-306;
    Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livâsı, bk. İndeks;
    Mehmet Alemdaroğlu-Mehmet İrdesel, Târihî,
    Coğrâfî, İktisâdî ve Turistik Yönleriyle Gelibolu,
    Gelibolu 1964; The Catalan Chronicle of
    Francisco de Moncada (trc. F. Hernandez), El
    Paso 1975, bk. İndeks; H. J. Kornrumpf, Die
    Territorial Werwaltung im Östlichen Teil der
    europäischen Türkei, Freiburg 1979, s. 153,
    173, 268-270; İbrahim Sezgin, 1475-1530
    Yıllarında Gelibolu Kazası (yüksek lisans tezi,
    1991), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; İdris
    Bostan, Osmanlı Bahriye Teşkilâtı: XVII.
    Yüzyılda Tersâne-i Âmire, Ankara 1992, bk.
    İndeks; B. Lewis, “1641-1642’de Bir Karayit’in
    Türkiye Seyahatnâmesi” (trc. F. Selçuk), VD, sy.
    3 (1956), s. 99; RE, X/2, s. 1659-1660; Halil
    İnalcık, “Gelibolu”, El2 (İng.), II, 983-987.
    Feridun Emecen

    Not: Fotoğrafın büyük halini görmek için üzerine tıklayın. Bu ileti ile ilgili her türlü yorumlarınızı en altta bulunan "Yorum Gönder " kısmına yazarak bize iletebilirsiniz. Yönetici onayından sonra yayınlanacaktır.

    Copyright © Gelibolu Tarihi (Gallipoli History)
    Site Tasarım Bahtiyar Ergün |