Popüler Yayınlar

17 Eylül 2019 Salı


GELİBOLU
MEVLEVÎHÂNESİ
XVII. yüzyıl başlarında kurulan Mevlevî
âsitânesi.
On beş Mevlevî âsitânesi içinde hem en geniş
araziye, hem de en büyük ve haşmetli
semâhâneye sahip olanıdır. Binalarından bugüne
kalanlar, Hamzakoy’daki askerî bölge içinde ve
deniz kenarına yakın bir alanda bulunan
semâhâne-türbe binası ile iki taçkapıdan
ibarettir.

(Afyon Mevlevi asitanesi şeyhi Burhaneddin Dede'nin Gelibolu'da Mevlevi dervişleriyle birarada çekilmiş fotoğrafı)

Mevlevîhânenin bânisi ve ilk postnişini, yeniçeri
ağalarından Kara Hasan Ağa’nın oğlu Ağazâde
Mehmed Hakîkî Dede’dir. Sâkıb Dede’nin
Sefîne’sinden öğrenildiğine göre (II, 26-37)
Ağazâde gençliğinde malını mülkünü kardeşi
Âsaf Ağa’ya bağışlayıp dünya ile ilişkisini
kesmiş ve Konya Mevlânâ Dergâhı’nda I.
Bostan Çelebi’nin müridi olup çile çıkarmıştır.
Uzun yıllar matbah-ı şerifte hizmet ettikten sonra
hilâfet alıp maceralı bir seyahatin arkasından
Gelibolu’ya dönmüş ve şehrin ortasında bulunan
Ahî Devle Zâviyesi’ne yerleşip sohbet
toplantıları tertip ederek Meŝnevî dersleri
vermeye başlamıştır. Ancak talep fazlalaşınca
zâviye yetersiz kalmış, Ağazâde de kardeşi Âsaf
Ağa’nın iade ettiği malları ve tanıdıklarının
yardımıyla bu zâviyenin yanına, sonradan
kendisinin de defnedildiği yerde (bugünkü
mevlevîhânenin bulunduğu mevki) bir “âyîn-i
Mevlevî hankahı” inşa edip ölümüne kadar
(1063/1653) bu dergâhın postnişinliğini ifa
etmiştir. Mevlevîhânenin son şeyhi Mehmed
Burhâneddin Dede-Efendi’nin anlattığına göre
ise (Konya Mevlânâ Müzesi Arşivi, nr. 65/6)
Ağazâde’nin Gelibolu’ya dönüşünde Solakzâde
Mehmed Ağa kendi mescidine bitişik iki odayı
ona vermiş, bundan sonra ders ve sohbetler
burada, âyinler de mescidde icra edilmiştir.
Zamanın kaptan-ı deryâsı Ohrili Hüseyin Paşa
Akdeniz seferinden dönerken Gelibolu
Mevlevîhânesi’ne uğrayıp kerâmetleriyle meşhur
olan şeyh Ağazâde Mehmed Dede’ye intisap
etmiş ve ondan yakında sadâret mührünün
kendisine verileceği haberini almıştır. Hüseyin
Paşa vezîriâzam olduktan sonra (Mart 1621)
Beşiktaş Mevlevîhânesi’ni yaptırıp Mehmed
Dede’den ilk postnişin olmasını istemiş, böylece
her iki mevlevîhânenin meşihatini birlikte
yürütmeye başlayan Mehmed Dede, ikisinde de
çarşambaya rastlayan mukabelelere münâvebeli
olarak iştirak edebilmek için küçük bir
yelkenliyle Gelibolu-İstanbul arasında gidip
gelerek bir haftasını Beşiktaş’ta, bir haftasını
Gelibolu’da geçirmiştir. Ancak Hüseyin Paşa’nın
II. Osman’la birlikte öldürülmesinin (Mayıs
1622) arkasından Beşiktaş Mevlevîhânesi
postnişinliğini bırakıp Gelibolu’da kalmıştır.
Sâkıb Dede’ye göre daha sonra, babası Kara
Hasan Ağa’nın yanında yetişen IV. Murad’ın
vezîriâzamı Kemankeş Kara Mustafa Paşa
Mehmed Dede’nin maddî ve mânevî
koruyucusu olmuş, kardeşi şair Sîneçâk Osman
Dede bir müddet Mehmed Dede ile birlikte
Gelibolu Mevlevîhânesi’nde kalmıştır. Evliya
Çelebi de Ağazâde’nin ders ve sohbetlerinde
bulunup mübarek ellerini öptüğünü yazmaktadır
(Seyahatnâme, V, 317).


Vakfiyesi ele geçmediğinden mevlevîhânenin
kuruluş tarihi kesin olarak belli değildir.
Bununla birlikte Ohrili Hüseyin Paşa’nın
vezîriâzam olmasından (1621) önceki bir tarihte
kurulduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bazı
yazarların verdiği 1667 tarihi yanlıştır. Arşiv
kayıtlarına göre Ağazâde’den sonra sırasıyla
Âsaf Ağa’nın oğlu ve divan sahibi Sâbir Pârsâ
(ö. 1679), Ağazâde’nin halifesi Kalender
Mahmud, Abdülkadir, Rahmetullah (ö. 1713),
Mehmed, Abdülkerim, Bosnevî Mehmed (ö.
1750), Mustafa b. Bosnevî Mehmed, Mehmed b.
Mustafa, Lutfullah, Hüseyin b. Mustafa (ö.
1796), bunun oğlu Ali İzzet, bunun oğlu ve
Galata Mevlevîhânesi’nin şeyhi Ahmed
Celâleddin Dede’nin babası Hüseyin Azmî
(1868’de Kahire Mevlevîhânesi postnişinliğine
tayin edildi), onun kardeşi Mehmed Hüsâmeddin
(ö. 1885), oğlu Mustafa Dâniş (ö. 1896) ve
bunun oğlu son şeyh Mehmed Burhâneddin
Dede (ö. 1954) meşihat makamında
bulunmuşlardır.

II. Mustafa döneminde Lapseki’deki
Bayramdere mezraasının hâsılatı mevlevîhâneye
tahsis edilmiş, III. Mustafa zamanında 1766’daki
depremden büyük hasar gören yapılar 5833,5
kuruş harcanarak onarılmıştır (1767). Bu
tamirata ait keşif raporundan (BA, MAD, nr.
3160, s. 618-619) külliyenin o zamanlar küfeki
taşından minareli, kiremit örtülü ve bakır alemli,
iki katlı bir semâhânesinin bulunduğu; semâ
meydanı döşemesiyle mahfel, merdiven ve
kürsünün ahşaptan yapıldığı; üst katın giriş
kapısının saçaklı ve duvarların nakışlı olduğu;
semâhânenin bir yanında kadın mahfeli,
divanhâne, ocaklı köşk, diğer yanında cephesi
abdest musluklu, altı derviş hücresiyle şeyhe
mahsus sofalı iki oda, kütüphane ve
divanhânenin yer aldığı öğrenilmektedir.
Mevlevîhâne, III. Selim dönemine rastlayan
1805 yılında 8974 kuruş harcanarak
Kalyoncuzâde Mustafa Efendi tarafından tekrar
tamir ettirilmiş ve buraya II. Mahmud
Lapseki’ye bağlı Güreci karyesi, Abdülmecid de
Çâmhâs ve Çeltikçi timarlarını vermişlerdir.
Daha sonra Abdülmecid, 47.430 kuruş harcama
ile harap binaları genişleterek yeniden inşa
ettirmiş ve avlunun doğu taçkapısı üzerine 1256
(1840) tarihini taşıyan güneş ışınlı-tuğralı
kitâbeyi koydurmuştur. 1850-1851’de 95.390
kuruş sarfıyla yeniden tamir-tâdil edilmiş ve bu
faaliyetin kitâbesi de batıdaki taçkapının ön
cephesine yerleştirilmiştir. II. Abdülhamid
tarafından 1899-1900 yıllarında semâhâne-türbe
binasının yenilendiği, türbenin ve semâhânenin
kapılarındaki kitâbelerden anlaşılmaktadır.
Batıdaki avlu taçkapısının arka cephesinde
bulunan kitâbeden de mevlevîhâneyi “kâ‘betü’luşşâk-
ı sânî” (ikinci Mevlânâ Dergâhı) haline
getiren son büyük onarımın 1908’de
tamamlandığı öğrenilmektedir.

Mevlevîhânede 1849’dan itibaren, derviş ve
fakirlerin yemek masraflarına harcanmak
kaydıyla mukātaa ve timar bedelinden tahsis
edilen 13.620 kuruşla haftada iki akşam bütün
Gelibolu fakirlerine yemek verildiği
bilinmektedir. 1911’de burada on altı hücrenişîn
dervişle beş matbahnişîn (çilekeş can) ikamet
ediyor, görevli kadrosu sertabbah, mesnevîhan,
türbedar, neyzenbaşı ile muavini,
kudümzenbaşı, duahan, na‘than, kazancı dede
ve serhücrenişînden oluşuyordu (Konya
Mevlânâ Müzesi Arşivi, nr. 65/6). I. Dünya
Savaşı sırasında buranın son şeyhi Burhâneddin
Dede, yedi dervişiyle birlikte Dördüncü Ordu
emrindeki Mevlevî alayına katılıp üç yıl Şam’da
kalmıştır. Bundan sonra Gelibolu düşman işgali
altına girdiği için mevlevîhânenin tarihçesi
karanlıktır. Bu dönemde cephanelik olarak
kullanılan semâhâne-türbe binasındaki sütunlar
üzerinde izleri görülen kalın kelepçelerden
ahşap kirişlere taşıtıldığı anlaşılan asma kat
halindeki mahfiller ve merdiveniyle zeminin
döşeme tahtaları sökülmüş, sandukalar kaldırılıp
türbe tabanı toprak haliyle bırakılarak semâhâne
tabanı betonla kaplanmış, kuzeydeki semâhâne
giriş kapısına beton briket örülmüş ve
semâhânenin asma kat mahfillerine çıkan çifte
kanatlı iki merdivenin arasındaki boşluklar
gözetleme kulesi haline getirilmiştir. Eski
resimlerde görülen ana binanın türbe girişi
önündeki hâmûşânla (kabristan) avlu
taçkapılarının tuğralı üçgen alınlıkları ve çatıdaki
Mevlevî sikkeli alem tahrip edildiğinden
günümüze ulaşmamıştır.

Geniş bir araziye ve kâgir bir semâhaneye sahip
olan mevlevîhâne, bulunduğu stratejik ve
müstahkem mevkiinden dolayı halen askerî
garnizon olarak kullanılmaktadır. Yıkılan
mescidle müştemilâtının yerine bir askerî
hastahane ve ek hizmet binaları inşa edilmiş,
askerî malzeme deposu olarak kullanılan
semâhâne-türbe binasının 1980’den önce
geçirdiği çatı ve cephe onarımı sırasında güney
cephesi kesme taşla yeniden kaplanmış, batıdaki
semâhâne alt ve üst mahfel kapıları pencereye
dönüştürülmüş, pencerelere de petek revzen ve
korkuluklar takılmıştır. 1994 yılında bina
Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından satın
alınarak çatısının onarımına başlanmıştır.

Zamanında bir mescid, zengin kütüphane, altmış
odalı harem dairesi, geniş yemekhaneye, bir han
ve bir mektebe sahip olan mevlevîhâne
külliyesinin dış durumu, ancak XX. yüzyıl
başında çekilen bir kartpostalla diğer bazı
resimlerden anlaşılmaktadır. Düz ve tenha bir
mevkide kurulan mevlevîhâne yaklaşık 33.000
m2 bir alana sahip olup ihata duvarı ile
çevriliydi. Batıdaki sokaktan yuvarlak kemerli,
sütunları korint başlıklı mermer taçkapıyla 1000
m2’lik avluya giriliyordu. Avlunun kuzeyinde
kiremit örtülü kesme taştan yapılmış semâhânetürbe
binası ve onun güneyinde hâmûşân yer
almaktaydı. Hâmûşânın doğusundaki diğer
taçkapıdan minareli mescid, derviş hücreleri,
selâmlık ve harem dairesiyle güneye inen
kiremit örtülü diğer bina topluluğuna
geçiliyordu. Muhtemelen yerli gayri müslim
ustaların eseri olan semâhâne-türbe binasının iç
ve dış süslemeleri, II. Mahmud dönemi sonu-
Abdülmecid dönemi başında devam eden taşra
Türk empire (ampir) üslûbunun tipik
örneklerindendir.

Tanzimat dönemi devlet daire
veya idâdîlerini andıran 12 m. yüksekliğindeki
cepheler yatay bir yalın silme ile ikiye
bölünmüş, üst yarısı yüksek altlıklı ve korint
başlıklı sütunçeler, alt yarısı da plastrlarla düşey
bölümlere ayrılmıştır. Her bölümde altlı üstlü iki
sıra halinde düz silmeli ve üçgen alınlıklı büyük
dikdörtgen pencereler yer almaktadır. Üst
pencereler, diş kesimli saçak kornişinin altında
bulunan üç bölümlü ve yuvarlak dilimli birer
kemer olarak düzenlenen yüzeylerin ortasına
yerleştirilmiştir. Bu düzen binanın dört
cephesinde tekrarlanarak devam etmekte, sadece
kapılar ve eskiden mevcut olan batıdaki çift
kanatlı iki merdivenle kesilmektedir. Semâhânetürbe,
aynı dikdörtgen planlı kitle (28,6 x 35 m.)
içine alınarak diğer bölümlerden tecrit edilmesi
bakımından, farklı malzemeye sahip olmasına
rağmen Yenikapı ve Bahariye
mevlevîhânelerinin asma galeri katlı ahşap
türbe-semâhâne ikilisinin plan tipine uymaktadır.
İç mekân, birbirine kemerlerle bağlanan on beş
sütunun taşıdığı sekiz bağdâdî kubbe ve
aralarındaki düz tavan bölümleriyle örtülü olup
iki sıra halindeki kırk dört pencere ile
aydınlatılmıştır. Hepsi korint başlıklı olan
sütunlardan doğudaki altı tanesinin taşıdığı 9,5
m. çapındaki orta kubbe ile köşelerde yer alan 8
m. çapındaki iki kubbenin örttüğü türbeye (13,5
x 26 m.) güneye açılan ta‘lik kitâbeli kapıdan
girilir. Semâhâne kısmının (18,8 x 26 m.)
doğusunda ise dokuz sütunun taşıdığı 18,78 m.
çapındaki orta kubbeyle
örtülü semâ meydanı, 4,5 m. çapında birer
kubbenin örttüğü mihrap önü mahalli ile
karşısındaki içine eskiden asma kat mutrip
mahfilinin yerleştirildiği mekân ve iki köşesi 8
m. çapında birer kubbeyle örtülü eski iki katlı
asma ziyaretçi mahfili yeri bulunmaktadır.
Semâhânenin, mevcut hatıl izlerinden
zamanında, kapının üstüne rastlayan kısmının
mutrip heyetine ait bir asma kat mahfiliyle
çevrili olduğu ve buraya kapının yanında bugün
izleri görülen ahşap bir merdivenle çıkıldığı
anlaşılmaktadır. Alt ve üst kat ziyaretçi
mahfillerine ise dışarıdaki çift kollu iki beyzî
merdivenin altında ve üstünde bulunan bugün
pencereye dönüştürülmüş iki kapıdan
girilmekteydi. 18,78 m. çapındaki ahşap
döşemeli semâ meydanı, Mevlevî âyini icrasına
uygun olarak ya dairevî veya dokuzgen planlı
olup dokuz sütun arasına yerleştirilmiş alçak bir
korkulukla sınırlanmış ve Yenikapı ve Bahariye
mevlevîhânelerinde olduğu gibi türbe kısmından
yüksek bir korkulukla ayrılmış bulunuyordu.
1767 yılına ait tamirat keşif raporuna ve eski bir
kartpostaldaki resme göre semâhâne, Selânik
Mevlevîhânesi semâhânesindekilere benzeyen
saçaklı kapılara sahipti. Yaşlıların ifadelerinden,
türbe kapısından 6 m. kadar içeride Ağazâde
Mehmed Dede’nin medfeninin yer aldığı
mahzene inen beş basamaklı bir merdivenin
bulunduğu öğrenilmektedir. 7,74 m.
yüksekliğindeki azametli mermer mihrabın nişi,
yaldız bordürlü ve ortası abartılmış üç dilimli
geniş silmeli bir kemerle çevrilidir. Nişteki
kırmalı sarı mukarnasın altı, bordo rengi saçaklı
ve kordonlu perde motifiyle süslüdür.
Köşeliklerdeki Türk empire üslûbu özelliği
gösteren şualı iri gülçelerle yanlarındaki çift
sütunçe başlıklarının sarkık uçlu yaprak
çelenkleri yaldızlıdır. Yer yer alçısı dökülmüş
bağdâdî kubbelerin canlı kalem işlerinde hâkim
renkler mavi ve kiremidî olup dilimlere bölünen
kubbe yüzeyleri, gölgeli bir üslûpta yapılan
ortalarda soyut bitkisel motiflerle, kenarlarda ise
kurdele, kordon, âşık yolu gibi Türk empire
motifleriyle süslenmiştir. Semâ meydanının
üzerindeki büyük kubbenin eteklerinde yirmi
pafta içine ta‘lik hatla yazılmış Yenikapı,
Bahariye ve Kütahya mevlevîhânelerinin
semâhâne kubbe eteklerinde de bulunan ve
semânın manevî değerini anlatan, “Dânî semâ çe
büved?” (Semâ nedir, bilir misin?) mısraı ile
başlayan Farsça beyitler dikkat çekmektedir.

Not: Fotoğrafın büyük halini görmek için üzerine tıklayın. Bu ileti ile ilgili her türlü yorumlarınızı en altta bulunan "Yorum Gönder " kısmına yazarak bize iletebilirsiniz. Yönetici onayından sonra yayınlanacaktır.


GELİBOLU
Çanakkale iline bağlı ilçe merkezi.
Aynı adı taşıyan yarımadanın kuzeydoğu
kesiminde Çanakkale Boğazı’nın kuzey giriş
kısmında, denize doğru uzanan bir yüksekliğin
üzerinde kurulmuştur. Şehrin ve yarımadanın
adının “gemi şehri, güzel şehir” yahut
“Galyalılar’ın şehri” anlamındaki Kallipolis veya
Gallipolis’ten geldiği belirtilir. Ancak bu adın
menşei hakkında kesin bilgi yoktur. Şehir, XIV.
yüzyılın başlarından itibaren bu bölgeye yönelik
akınlarda bulunan Türkmen beylikleri tarafından
Gelibolu adıyla anılmıştır. Aydınoğulları tarihini
ihtiva eden Düstûrnâme’de “Gelibolı” şeklinin
kullanıldığı dikkati çekmektedir. Kemalpaşazâde
Gelibolu’nun adı ve kuruluşu hakkında bilgi
verirken buranın asıl adının “Kalipoli” olduğu,
“poli”nin Rumca şehir, “Kali”nin ise Bolayır
tekfurunun kızının isminden geldiği söylentisine
yer verir (Tevârîh-i Âl-i Osmân, II, 126).
Tarih. Kimler tarafından ne zaman kurulduğu
hakkında kesin bilgiye rastlanmayan şehir
civarında ilk yerleşmenin Traklar’ca
gerçekleştirildiği sanılmaktadır. Daha sonra
Foçalılar ve Miletliler’in bu bölgede kolonileri
olduğu belirtilir. Ancak bu devirlerde bu isimde
bir yerleşme yerine rastlanmamaktadır.
Yarımada tarih boyunca birçok kavmin
güzergâhı olması dolayısıyla stratejik noktalarda
bazı istihkâmlar kurulmuş olmalıdır. Gelibolu
yöresinde yapılan araştırmalarda birtakım antik
kalıntılar şehrin 16 km. doğusunda Duran çiftlik
kesiminde bulunmuştur. Muhtemelen Gelibolu
bugünkü yerinde Roma idaresi döneminde bir
kale olarak ön plana çıkmaya başlamıştır. Şehir
Romalılar’la Pontuslular arasındaki çekişmede
önemli rol oynadı. Bizans idaresi altında iken
önce Gotlar’ın, ardından da Hunlar’ın
saldırılarına uğradı. 441’de Trakya bölgesine
inen bir Hun ordusunun tahrip ettiği şehirler
arasında Gelibolu da zikredilir. Bizans
İmparatoru I. Iustinianos tarafından tamir
ettirilen kale zamanla önemli bir liman ve ticaret
merkezi haline geldi. Arap ordularının İstanbul’a
yönelik seferlerinden bu bölge de etkilendi.
Haçlı ordularının buradan geçerek Anadolu’ya
ulaştıkları Gelibolu 1204’te Latinler’in idaresi
altına girdi. Bir süre sonra İznik İmparatoru III.
Ioannes tarafından geri alındı (1235). Bizans’ın
son dönemlerinde Ege ve Marmara kıyılarında
faaliyet göstermeye başlayan Türkmen beylikleri
Gelibolu yarımadasını da hedef aldılar. Bu arada
Batı Anadolu’daki beyliklerle mücadele etmek
üzere Bizanslılar’ca getirtilen Katalanlar
Anadolu’daki faaliyetlerinden sonra (1304)
Gelibolu’ya yerleştiler ve bir süre burada
kaldılar. Atina’ya çekilmelerine kadar
Trakya’daki faaliyetleri ve Bizans’la
mücadeleleri sırasında, Ece Halil idaresindeki
500 Karesili Türkmen onlarla birlikte hareket
etmiş ve kılavuzlukta bulunmuştu. 1320’lerde
Bizans donanması için önemli bir üs niteliği
kazanan Gelibolu, 1331 veya 1332’de Aydın
Beyi Gazi Umur Bey idaresindeki donanmanın
başlıca hedefi oldu. Umur Bey ve müttefiki
Saruhanoğlu’nun saldırıları sonuçsuz kaldıysa
da bu kuvvetler Gelibolu limanı yakınındaki
Lazgölhisarı mevkiinde tutunmayı başardı. Fakat
bu uzun süreli olmadı. Daha sonra Orhan Bey’in
oğlu Süleyman Paşa idaresindeki Osmanlı
kuvvetleri İmparator Kantakuzenos’un müttefiki
sıfatıyla yarımadaya geldiler (753/1352). Bizans
kuvvetleriyle birlikte Sırp ve Bulgarlar’a karşı
mücadele eden Süleyman Paşa’ya Çimbihisarı üs
olarak verildi. Burası Osmanlılar için bir
dayanak noktası oluşturdu. Müstakil hareket
etmeye başlayan Süleyman Paşa bir taraftan
Trakya’ya, diğer taraftan Gelibolu yönüne
akınlarda bulundu. Gelibolu abluka altına alındı.
Bizanslılar haraç vermek şartıyla Osmanlılar’ı
bölgeden uzaklaştırmaya çalışırken 2 Mart
1354’te meydana gelen şiddetli zelzele surların
yıkılmasına ve şehrin harap olmasına yol açtı.
Halkın bir kısmı hayatını kaybetti, bir kısmı da
soğuk ve kıtlık yüzünden buradan kaçtı.
Osmanlılar savunmasız ve boş şehri kolayca
elde ettiler. Bu haberi duyan Süleyman Paşa
Biga’dan buraya geldi ve kaleyi yeniden onartıp
tahkim etti. Anadolu’dan Türk nüfus getirilip
şehre yerleştirildi.
Osmanlı hâkimiyetinde Gelibolu, Trakya ve
Balkanlar’a yönelik akınlarda önemli bir harekât
üssü oldu. Hatta ilk Paşa sancağının merkezi de
burası idi. Süleyman Paşa 1357’de ölünce bir
cami ve imaret yaptırıp vakıflar tahsis ettiği
Bolayır’a defnedildi. 13 Ağustos 1366’da Savoy
(Savoia) Dükü Amedeo bir Haçlı filosu ile
Gelibolu’yu alıp 14 Haziran 1367’de Bizans’a
terketti. Bu durum Osmanlılar’ın Balkanlar’la
olan bağını kesintiye uğrattıysa da Bizans
İmparatoru IV. Andronikos, I. Murad’ın ısrarlı
talebi sonucu kaleyi Osmanlılar’a bıraktı.
1376’daki bu ikinci fetihle Gelibolu kati olarak
Osmanlı hâkimiyetine girmiş oldu. Burası
Osmanlı orduları için bir geçit yeri ve deniz üssü
olarak önem kazandı. Yıldırım Bayezid kaleyi
yeniden tahkim ettirerek limanı genişletti ve iki
kule yaptırdı; burayı bir gümrük istasyonu haline
getirerek İstanbul’a gidip dönen sivil tüccar
gemilerini limana yanaşmaya zorladı. Ticarî
menfaatleri oldukça zedelenen Venedikliler
şehre yönelik saldırılarda bulundular. Fetret
devrindeki karışık ortam onların faaliyetlerine
hız verdi. Boğazdan serbest geçiş için Osmanlı
şehzadesi Mûsâ ile anlaşma yaptılar; fakat Çelebi
Sultan Mehmed döneminde Gelibolu,
Osmanlılarla Venedikliler arasında başlıca
tartışma konusunu oluşturdu. 1415’te
Gelibolu’daki Osmanlı donanması
Venediklilerin elindeki adalara saldırdı. Bunun
üzerine Loredano idaresindeki Venedik filosu
Gelibolu’ya gelerek limanda bulunan Osmanlı
donanmasını tahrip etti (Mayıs 1416). Venedik
kaynaklarına göre 12 Osmanlı gemisi
zaptedilmiş, 4000 kişi de öldürülmüştü. Ancak
Venedikliler boğazın kontrolünü ellerinde
tutamadılar. 1423’te ve 1430’da Venedikliler
Gelibolu’ya saldırdılarsa da büyük bir ilerleme
sağlayamadılar. Bu arada şehir II. Murad ile
amcası Mustafa (Düzmece) arasındaki
mücadelelerde önemli rol oynadı. Mustafa,
kendisine taraftar olan halkın desteğiyle
Gelibolu’ya hâkim olmuştu; fakat burayı
müttefiki Bizanslılar’a vermemişti. Boğazın sıkı
kontrolü, II. Murad’ın Rumeli’ye geçecek vasıta
dahi bulamamasına yol açmıştı. Nihayet Ceneviz
filosunun yardımıyla Gelibolu yakınına çıkıp
şehri ele geçirdi.
İstanbul’un fethine kadar önemli bir askerî deniz
üssü olma özelliğini koruyan Gelibolu Fâtih
Sultan Mehmed döneminde esaslı bir şekilde
tahkim edildi. Hatta boğazın ve şehrin
korunması için Çanakkale’de giriş kısmında
karşılıklı iki hisar yaptırıldı. Böylece hem
Gelibolu hem de İstanbul’un müdafaasının
Çanakkale Boğazı’ndan başladığı gerçeği tam
anlamıyla ortaya çıkmış oldu. Ancak Gelibolu,
1515’te İstanbul’da Haliç Tersanesi’nin devreye
girmesiyle giderek deniz üssü olma özelliğini
yitirmeye başladı. Yine de deniz seferleri için
donanmanın önemli ana merkezlerinden biriydi.
I. Ahmed 1613’te şehre gelerek Yazıcızâde
Mehmed Efendi’nin, ardından da Bolayır’da
Süleyman Paşa’nın türbelerini ziyaret etti. XVII.
yüzyılın ikinci yarısına doğru başlayan Girit
seferinde yeniden ön plana çıkan şehir,
Venediklilerin boğazda başlattığı ablukadan
oldukça etkilendi. Venediklilerin abluka
faaliyetleri XVII ve XVIII. yüzyıl başlarında da
sürdü. 1770’teki Çeşme faciasının ardından
boğazlar ve Gelibolu yeni bir tehditle daha karşı
karşıya kaldı. 1790’lardan itibaren de Hâfız
Mustafa adlı bir âyanın nüfuzu altına girdi ve
bazı karışıklıklar yaşandı. Asıl büyük tehlike
Çanakkale muharebeleri sırasında meydana
geldi. Müttefik kuvvetlerin çıkarma harekâtı
esnasında bombalandı ve yer yer tahribata
uğradı. Bunun ardından 4 Ağustos 1920’de
Yunanlılar tarafından işgal edildiyse de 3 Ekim
1922’de terkedildi. Cumhuriyet döneminin
başlarında vilâyet merkezi oldu (1923). Bu
durum, 1926 yılında 877 sayılı kanunla ilçe
merkezi haline dönüştürülmesine kadar sürdü.
Fizikî, Kültürel ve Sosyoekonomik Yapı.
Gelibolu tarih boyunca Avrupa ile Anadolu
arasında önemli bir güzergâh noktası olduğu
gibi korunaklı limanı, boğazdan Marmara’ya
geçişte ve dolayısıyla İstanbul’a ulaşma yolunda
son büyük istasyon olarak da dikkati çekmiştir.
Burası Marmara’ya geçişi kontrol eden yerde
âdeta İstanbul’un kilidi vasfını taşımaktaydı.
1613’te I. Ahmed’in şehri ziyaretini anlatan
Mustafa Sâfî burayı “deryâ-i sefîdin kilidi”
şeklinde tarif eder (Zübdetü’t-tevârîh, II, vr.
242a-247a). Bu stratejik önemi şehri, İstanbul’u
kontrol altında tutmak ve Balkanlar’a açılmak
isteyenler için elde edilmesi gereken bir hedef
haline getirmişti. Bizanslılar yanında Karadeniz
ve Akdeniz ticaretini ellerinde tutan Venedikli
ve Cenevizliler bu yolda büyük gayret
sarfetmişlerdi. Batı Anadolu’daki Türkmen
beyliklerinden Karesi ve Aydınoğulları da
buraya yönelmişlerdi. Osmanlı hâkimiyetinde
şehir bir deniz üssü, geçit yeri ve ticarî merkez
oldu. Aynı zamanda Osmanlı Acemi Ocağı’nın
merkezi de burasıydı. 1394’te H. J. Schiltberger,
adını “Kalipoli” şeklinde yazdığı bu şehirden
Anadolu’ya geçmiş ve burayı kale-şehir olarak
tarif etmiştir (Türkler ve Tatarlar Arasında, s.
100). Nitekim onun buradan geçişinden bir süre
önce 1390’da Yıldırım Bayezid’in emriyle
Sarıca Paşa kaleyi müstahkem hale getirmiş,
limandaki havuzları temizletmiş, girişini zincirle
kapattırmıştı. Osmanlı fethinden çeyrek asır
sonra 1403’te Gelibolu’dan geçen Kastilya elçisi
Clavijo şehrin Süleyman Çelebi’nin idaresinde
olduğunu, Osmanlı harp gemilerinin burada
bulunduğunu, büyük tersane ve havuzların yer
aldığını belirtir. Clavijo limanda kırk kadar gemi
görmüş ve kalede kalabalık askerlerin
varlığından da söz etmiştir (Anadolu, Orta Asya
ve Timur, s. 36). 1422’de şehri gören G. de
Lannoy da buranın büyük bir şehir olduğundan
ve limanından bahseder.
Gelibolu hakkında en ayrıntılı bilgiler, XV ve
XVI. yüzyıla ait tahrir defterlerinde
bulunmaktadır. 1475 tarihli deftere göre
(İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Muallim
Cevdet, TD, nr. 0.79) Gelibolu kırk mahalleli
büyük bir şehir durumundaydı. Mahalleleri
genellikle bir mescid veya cami etrafında
teşekkül etmiş olup en kalabalık olanlarını Sarıca
Paşa İmareti, Hacı Hamza, Ahmed Bey, Kırımlı
Hızır, Hacı Tanrıvermiş, Sofu Halil ve Suyağı
mescidleri mahalleleri oluşturuyordu. Özellikle
II. Murad ve II. Mehmed devri vezirlerinden
Sarıca Paşa’nın yaptırdığı imaret (846/1442-43)
bir başka önemli yerleşmenin çekirdeğini
oluşturmuştu. I. Murad’ın inşa ettirdiği caminin
çevresi de önemli yerleşme birimiydi.
Mahallelerin birçoğunda müslüman ve gayri
müslim nüfus birlikte yaşamaktaydı. Müslüman
hâne sayısı otuz dokuz mahallede toplam 860
kadardı. Ayrıca dış mahalle olarak kabul edildiği
anlaşılan Kozludere köyünde otuz dört hâne
daha bulunuyordu. Şehirde dört hâne kadar
hepsi Türkçe ad taşıyan “Ermeniyan cemaati”
vardı. Otuz iki mahalleye dağılmış olan gayri
müslimler 184 hâneden ibaretti. Defterdeki
kayıtlarda bunların “kadim” Gelibolu
ahalisinden olduklarının belirtilmesi, şehrin
ikinci defa anlaşma şartları ile tesliminin bir
sonucu olmalıdır. Osmanlılar’a teslim edilirken
bir kısım Rum ahali burada kalmıştı. İstanbul’un
fethinden sonra Rum halkın ileri gelenleri
İstanbul’a gitti; geri kalanların bir kısmı
Kozludere yakınlarına ve Eski Gelibolu denilen
yere yerleşti. Frenk adıyla kayıtlı mahallede ise
beş hâne Latin asıllı tâcir bulunuyordu. Öte
yandan şehirde kalabalık bir gemi reisleri
topluluğu vardı. Bunlar doksan üç bölükten
ibaretti ve her bölük bir gemiye (kadırga)
tekabül etmekteydi. İlk bölük kaptan bölüğü
olup otuz iki azeb, yedi mehter, beş komi
denilen hizmetlilerden müteşekkildi. Diğer
bölükler genellikle bir reis, bir seroda, iki komi
ve dokuz azebden oluşuyordu. Bu aynı zamanda
bölüklerin kadrolarını da göstermekteydi.
Bunların toplam sayıları bir kaptan, doksan iki
reis, doksan seroda, 835 azeb, 148 komi, yedi
mehter, bir kürekçiden
ibaretti ve maaşlı (ulûfeli) statüde idiler. Ayrıca
beş kalyete reisi, bunların otuz adamı, on bir
kayık reisi ve bunların elli dokuz adamı da
mevcuttu. Bunun yanı sıra kendi gemileriyle
“rençberlik” ettikleri belirtilen ve devlet
tarafından verilen görevleri yapmakla mükellef
on üç sivil reis daha vardı. Bunlar Gelibolu
mahallelerinde oturuyorlardı. Bütün bu
rakamlara göre şehirde 1475 yılında sivil nüfus
5500’ü buluyordu. Diğer askerî gruplar ve kale
muhafızları ile (kırk iki kişi) toplam nüfus 7000
dolayındaydı.
1518 tahririne göre Gelibolu’nun fizikî açıdan
daha da geliştiği anlaşılmaktadır (BA, TD, nr.
75, s. 9-36). Müslüman mahalle sayısı elli beşe
yükseldi; ayrıca Eski Gelibolu denilen yerde
dört, Manyas’ta iki olmak üzere altı gayri
müslim mahallesi mevcuttu. Daha önce
müslüman mahallelerinde dağınık oturan gayri
müslimler, bu dönemde ayrı mahalleler
kurularak buralara nakledilmiş olmalıdır. Yeni
kurulan mahalleler arasında özellikle Şeyh
Muhyiddin Yazıcı Mescidi, Mesih Paşa Camii,
Yâkub Bey Camii, Yahşizâde, Efdalzâde Ahmed
Çelebi mahalleleri dikkati çeker. Mahallelere
adlarını veren mescid ve camilerin bânileri
arasında devlet adamlarının, ulemânın bulunuşu,
Gelibolu’nun idarî bir merkez olması ve kültürel
yapısının bir sonucudur. Bu tarihte müslüman
sivil nüfusun hâne sayısında artış meydana
gelmiş (1100 hâne, 250 mücerred/bekâr), gayri
müslim hâne sayısı da yine buna paralel bir seyir
göstermiştir (206 hâne, 57 mücerred, 55 bîve/dul
kadın). Ayrıca Latinler üç hâne olarak şehirde
ikametlerini sürdürüyorlardı. Bu arada on yedi
hânelik bir yahudi topluluğu ortaya çıkmıştı.
Bunlar, XVI. yüzyılın başlarında İspanya’dan
gelen göçmenlere mensuptular. Aralarından üç
kişinin ticaret için İstanbul’dan geldiğine işaret
edilmişti. Yine Ermeni kayıtlı iki hâne vardı.
Bütün bu rakamlara göre sivil nüfus 7000
dolayına yükselmişti. Öte yandan askerî bölükler
de teşkilâtlarını korumaktaydılar. Gemici
bölüklerinin sayıları değişmemiş, fakat
bölüklerin kadroları oldukça azalmıştı. Bunda
muhtemelen İstanbul’daki tersanenin faaliyete
geçmesi etkili olmuştur. 1530 tarihli defterde
bunlar zikredilmemektedir. Bu durum ulûfeli
olan bu grupla ilgili kayıtlara, farklı maksatlara
yönelik olarak hazırlanan tahrir defterlerinde
artık yer verilmemiş olmasından da
kaynaklanabilir. Ancak yine de XVI. yüzyılın
ikinci yarısına doğru buranın önemini yitirdiği
söylenebilir. Nitekim XVII. yüzyılda Gelibolu
gemilerinde otuz dört bölüğün mevcut olduğu
bilinmektedir. Bununla birlikte fizikî gelişme ve
nüfus artışı sürdü. 1530’da müslüman mahalle
sayısı elli dokuza yükselmiş, biri Kozludere,
diğeri Bayır adlı iki köy dış mahalle olarak şehre
bağlı gösterilmişti. Ayrıca altı hıristiyan
mahallesi yanında bir yahudi cemaati ve beş
hâne Latin de varlıklarını sürdürmüşlerdi.
1530’da müslüman nüfus, Kozludere ve Bayır
hariç 993 hâne, 203 mücerredden ibaretti.
Hıristiyanlar ise 231 hâne, otuz dört mücerred,
otuz beş bîveden müteşekkildi. Bunun dışında
kürekçi, zenberekçi ve meremmetçi kayıtlı, vergi
muafiyeti verilmiş üç grup daha vardı.
Sonuncuları Gelibolu’nun hassa dükkân,
mahzen ve kervansarayındaki odaların tamir ve
bakımıyla görevliydiler. Bütün bu rakamlara
göre nüfus bu tarihlerde yine 7000
dolayındaydı. 1518’e nisbetle demografik
açıdan büyük bir değişme olmamakla birlikte
fizikî bakımdan büyüme sürmüştür. 1551’de
Gelibolu hakkında bilgi veren N. de Nicolay bu
gelişmeye işaret eder ve buranın büyük bir
ticaret merkezi olduğunu, yel değirmenlerinin ve
600 kadar evin bulunduğunu belirtir; iki cami ile
iki imaretten söz ederek kale dışında şehir
etrafında sur olmadığını yazar. Bu bilgiler,
Gelibolu’nun fizikî yapısının yaygın bir sahayı
kapladığını düşündürmektedir. 1573’te Ph. de
Frasne-Canay, Türk evleriyle dolu şehrin
surlarının bir kısmının sulara gömülü
bulunduğunu belirtir ki bunlar limana ait
olmalıdır. Ayrıca burada birçok caminin
görüldüğünü, sancak beyinin kalede oturduğunu
zikreder (Le voyage du Levant, s. 155-156).
Seyyahların bu ifadeleri, XVI. yüzyılın ikinci
yarısına ait tahrir defterlerinden de takip
edilebilmektedir. 1567’de şehirde elli dördü
müslümanlar, altısı hıristiyanlarla meskûn altmış
mahalle vardı. Müslüman nüfusu 1310 hâneye,
hıristiyanlar ise 351 hâneye ulaşmış, ayrıca kırk
sekiz hâne de yahudi kaydedilmişti. Sivil nüfus
bakımından Gelibolu en kalabalık dönemine
ulaşmış bulunuyordu. Bu rakamlara göre toplam
nüfus 8000’i aşmıştı. En kalabalık mahalle otuz
dört hâne, sekiz mücerredden oluşmaktaydı.
XVII. yüzyılın başlarına doğru şehrin ciddi bir
sarsıntı geçirdiği anlaşılmaktadır. Bu durum eğer
tahrir sistemindeki bir değişiklikten
kaynaklanmıyorsa bunda genel karışıklıklar ve
tabii afetlerin rolü olduğu düşünülebilir. Nitekim
1601’de mahalle sayısı dördü hıristiyanlara ait
altmış iki idi. Fakat mahallelerde nüfus çok
azalmıştı. Müslüman hâne sayısı 659,
hıristiyanlar ise 245 hâneden ibaretti. Otuz hâne
de yahudi mevcuttu. Toplam nüfus 5000
civarına inmişti. Bu dönemde en kalabalık
mahalleler Hacı Yâkub, Gazi Hüdâvendigâr
Camii ve Ali Fakih olup bunlarda da hâne sayısı
otuzun altına inmişti. Hıristiyan mahalleleri
nüfus bakımından daha yoğundu.
XVII. yüzyılın ikinci yarısına doğru
Gelibolu’nun gerilemesi durdu, yeni bir canlılık
yaşandı. Bunda, özellikle ticarî faaliyette görülen
artış rol oynadı. Aynı yüzyıl başlarında buradan
geçen Polonyalı Simeon’un büyük bir şehir
olarak tarif ettiği Gelibolu’yu 1641’de gören bir
Karayit yahudisi burayı yirmi beş camii, 100
dükkânı, iki havrası olan, surları görülen güzel
bir liman şehri diye tavsif eder. 1655’te J.
Thevenot da eski tersane gözlerindeki harap
gemi iskeletlerini görerek bunların sayısını yedi
olarak vermişti. Aynı yıllarda Evliya Çelebi
(1659), Thevenot gibi tersane gözlerinde eski
“gazi” kadırgaların yattığını belirtir. Bu bilgiyi
1672’de Ch. d’Arvieux da tekrar etmiştir. Evliya
Çelebi’nin Gelibolu’yu tasviri son derece
ayrıntılı ve isabetlidir. Ona göre kale bir
kayalığın üzerinde yer almakta, güney, batı ve
kuzey taraflarında şehrin varoşları
uzanmaktaydı. Hisar içinde 300 ev, varoşta ise
63 mahalle ve 700-800 ev bulunuyordu. Bu
rakamlardan hareketle toplam nüfusun 6000’i
geçtiği söylenebilir. Şehirde bu sıralarda cami,
mescid, tekke ve zâviye gibi binaların sayısı 164
idi. Kale içinde Sultan Camii ile Ahmed Paşa
Camii vardı. Evliya Çelebi varoştaki Mesih Paşa
Camii,
Sarıca Paşa İmareti ve Medresesi’ni ismen
zikreder ve birçok mescidin, dokuz dârülkurrâ
ve büyük bir mevlevîhânenin bulunduğunu
yazar. Mevlevîhâne XVII. yüzyıl başlarında inşa
edilmiş olup şehrin mânevî hayatında önemli rol
oynamıştır (bk. GELİBOLU
MEVLEVÎHÂNESİ). Hıristiyan mahallelerinde
ise birer küçük kilise yer alıyordu (Seyahatnâme,
V, 315-321).
Evliya Çelebi’nin şehrin fizikî yapısıyla ilgili
olarak verdiği bilgileri, 1645 ve 1675 tarihli
avârız defterleri de doğrular (BA, KK, nr. 2666;
BA, MAD, nr. 339). Buna göre elli dokuzu
müslümanlara, altısı gayri müslimlere (dört Rum,
bir Ermeni, bir yahudi) ait olmak üzere altmış
beş mahallesi olan Gelibolu’da 1645’te 1600’ü,
1675’te ise 1150’yi aşkın ev vardı. 1645’te
toplam hâne sayısının 1200 kadarını müslüman,
altmıştan fazlasını yahudi, 400 kadarını Rum ve
kırk sekizini Ermeniler teşkil ediyordu. Bu
rakamlar 1675’te azalmış görünmektedir.
Nitekim bu son tarihte toplam 1150’yi aşkın
evin 850’ye yakınında müslüman, otuz beşinde
yahudi (bir kısmı odalarda), 240 kadarında Rum
ve on dokuzunda Ermeniler oturmaktaydı; bir
kısım evler ise kullanılmayacak derecede harap
haldeydi. Bu rakamlara göre toplam nüfus
1645’te 7500-8000’den 1675’te 6000 dolayına
düşmüştü. Böylece Gelibolu’nun, XVII. yüzyılın
son çeyreğine girmeden hemen önce nüfus
bakımından yeniden gerilemeye başladığı,
ticaret hacminde de daralma meydana geldiği
anlaşılmaktadır. 1645 ve 1675 tahrirlerine göre
Gelibolu’nun bazı müslüman mahallelerinde
Ermeni ve yahudilerin de evleri mevcuttu.
Müslüman ev sahipleri arasında çok sayıda dul
kadın vardı. Avârız vergisi vermeyen ve askerî*
yazılan grupların sahip oldukları evler 1675’te
230’a ulaşmaktaydı. Söz konusu gruplar içinde
gerek adalarda gerekse Rumeli’deki kazalarda
kadılık görevinde bulunanların fazla sayıda
olması dikkat çekicidir. Bunların önemli bir
kısmını eski kadılar oluşturuyordu. Dolayısıyla
şehrin bu devirde belirli bir kültürel seviyeye ve
sosyal yapıya sahip olduğu söylenebilir.
Kadıların burayı tercih etmeleri, aynı zamanda
İstanbul’a yakın ve herhangi bir görev alma
halinde kolayca ulaşabilecekleri merkez
olmasının yanı sıra İstanbul’a göre hayat
standardının daha ucuz bulunmasından da
kaynaklanmıştır. Bu tarihlerde şehirdeki en
kalabalık mahalleri Yağcı Hızır, Küçük Hacı,
Sofuca Halil, Ali Fakih, Câmi-i Atîk, Hacı
Yâkub, Has Ahmed Bey, Suyağı, Keçeci Hacı,
İbn Bennâ, Mütevelli, Hallâc Hüseyin, Hacı
Dizdar, Haraççı Hamza, Kalenderhâne, Hoca
Şems, Kılabudancık, Hoca Hamza, Müftü
Ahmed Çelebi, Elhac Doğan adlı mahalleler
teşkil ediyordu. Ayrıca Yukarı ve Aşağı mahalle
adlı iki yeni mahalle Doğan Arslan adlı
mahallenin ikiye bölünmesi sonucu oluşmuştu.
Yahudilerin on üç kadarının Şeyhî Efendi
Hanı’nın vakıf odalarında oturmakta iken
buranın sonradan harap olduğu defterde
belirtilmektedir. Rumlar ise Balıkpazarı, Aya
Dimitri, Aya Yorgi, Aya Nikola adlı
mahallelerde oturmaktaydılar ve aralarında Slav
ve Latin asıllı kişiler de vardı. Bunlar
muhtemelen tüccar ve yabancı misyon
temsilcileriydi.
Gelibolu’nun XVII. yüzyılın ikinci yarısında,
hayli abartılı olarak 20.000 nüfuslu bir şehir
durumunda olduğunu belirten Ch. d’Arvieux, bu
nüfusun yarıdan fazlasını Türkler’in, geri
kalanını Rum ve yahudilerin teşkil ettiğini yazar
(Mémoires, IV, 442-443). XVIII. yüzyılda
nüfusun biraz daha arttığı tahmin edilebilir.
Nitekim bu yüzyılın sonlarında İnciciyan şehrin
kalabalıklığından bahseder. 1814’te E.
Raczynski ise Gelibolu’nun 40.000 nüfus,
10.000 hâneli büyük bir şehir olduğunu yazar ve
Tekirdağ’a uzanan faal bir kervan yolunu anlatır
(1814’de İstanbul ve Çanakkale’ye Seyahat, s.
150-151). XIX. yüzyılın sonlarında Kāmûsü’la‘
lâm’da nüfus 20.000 olarak verilmiştir.
1925’lere doğru, Gelibolu’nun yetmiş mahalleli
bir idarî bölünme içinde iken yeni bir düzenleme
yapıldığı, bunların dört mahalle (Aşağı, Yukarı,
Mûsevî ve Ermeni mahalleleri) haline getirildiği
belirtilir.
Bir deniz üssü olarak gelişme gösteren ve önemi
XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
azalmakla birlikte özellikle büyük deniz seferleri
dolayısıyla limanına ve tersanesine ehemmiyet
verilen Gelibolu, XVI. yüzyıl sonlarına kadar
Acemi Ocağı’nın bulunduğu ve teşkilâtlandığı
bir yer olarak da dikkat çeker. Tarih boyunca bir
geçit yeri olması, ticarî açıdan buranın faal bir
liman haline gelişini sağlamıştır. Rumeli’yi
Anadolu’ya bağlayan ve Akdeniz’den İstanbul’a
ulaşan yolun üzerinde bulunması, pek çok
ticaret gemisinin duraklama yeri olarak
ehemmiyetini arttırmıştır. Nitekim Clavijo, XV.
yüzyılın başlarında limandan pamuk balyaları
yükleyen gemilerden söz eder. Ayrıca Floransalı
ipek tâcirleri Bursa’dan aldıkları ipeği Gelibolu
üzerinden Edirne’ye, tarihî Via Egnatia yoluna
ulaştırıp Ragusa’ya iletiyorlardı. Bu ticarette
şehir bir gümrük noktası olarak önemli bir
mevkiye sahipti. Faal ticareti gümrük
vergilerinden de anlamak mümkündür. 1475’te
iskelenin gümrük geliri 400.000 akçeye ihaleye
verilmişti. 1518’de bu rakam 766.663 akçeydi.
İskele resmi ise 1530’larda 610.000 akçeye
yükselmişti. Şehirdeki ticaret hacmini gösteren
ihtisab resmi de 15.000 akçeydi. Buradan
geçirilip Anadolu’ya sevkedilen koyun
sürülerinden de büyük miktarlara ulaşan vergi
alınıyordu. Bunun yıllık vergi getirisi hacmi
66.000 akçe tutuyordu. Fakat XVII. yüzyılın
sonlarında nüfusta olduğu gibi ticarette de bir
azalma olmuş ve 1689’da Fransız konsolosu
buradan ayrılmıştı. Dolayısıyla Evliya Çelebi’nin
gümrük vergisi olarak söz ettiği 700.000 akçe
daha eski dönemlere ait kaydı göstermektedir.
XV ve XVI. yüzyıllarda Gelibolu’da birçok
dükkân bulunuyordu. Mumhâne,
darphâne gibi işletmelerin yanında Sanca Paşa
İmareti vakıflarına ait doksan altı dükkân, bir
bedesten, bir kervansaray, bir de çifte hamam
mevcuttu. Bunların kira gelirleri vakfa
gidiyordu. 1475’te ayrıca yine çeşitli vakıflara
ait biri çifte dört hamam, biri harap beş
kervansaray, bezirhâne, bozahâne ve 350
dükkân yer alıyordu. XVI. yüzyıla ait kayıtlara
göre bu rakamlar daha da artmıştı. Yine şehirde
birçok pazar yeri vardı. Gelibolu’da XVI.
yüzyılda tahıl pazarı, balık pazarı, bit pazarı,
hayvan pazarı, üzümcüler çarşısı, attar, hallaç,
pabuççu, kebeci, çıkrıkçı, boyacı, aşçı, takkeci,
kürkçü, şerbetçi, çörekçi, börekçi, helvacı,
palancı, saraç, demirci, kazancı, çilingir çarşıları
mevcuttu. Halkın önemli bir kısmı pamuk
dokumacılığı yapıyordu. Ayrıca deri işleyenler
ve bundan mâmul maddeler üretenler de
oldukça fazla idi. Gayri müslimler ise genellikle
teknik alanlarda çalışıyorlardı, gemi malzemeleri
imal etmekte ve hazırlamaktaydılar. Bunlar
arasında saatçi, demirci, makaracı, fıçıcı, kaşıkçı
gibi meslek sahipleri yaygındı. Tersanede XVI.
yüzyıl başlarına kadar gemi inşası oldukça
yoğundu. Meselâ 1496-1498 arasında burada
yirmi kadırga, beş kalyete, sekiz kayık, yirmi
beş sandal yapılmıştı. Daha sonra gemi inşası
durmuş, ancak bir kısım gemilerin bakımı
yapılmış, İnebahtı mağlûbiyetinden sonra ise
burada on dört gemi inşa edilmişti.
Gelibolu’daki tersanenin 1526’da otuz havuzu
vardı ve bunlar XVIII. yüzyıla kadar zaman
zaman esaslı şekilde tamir edilmişti. Liman da
aynı şekilde bazı yıllar onarım görmüştü. Fakat
XVIII. yüzyılın son çeyreğinde tersane tamamen
harap olmuş, limanın bir tarafında on iki, diğer
tarafındaki sekiz göz kullanılamaz hale gelmiş,
taşlar mahzen ve dükkân yapımında
kullanılmıştı (Bostan, s. 15-17). Ayrıca
Gelibolu’da bir baruthâne bulunuyor ve
İstanbul’daki Tersâne-i Âmire için barut üretimi
yapılıyordu. Barut imali XVII-XVIII. yüzyıl
boyunca sürmüştü. Gelibolu uzun süre esir
ticareti için de merkez olmuş; bunun yanı sıra
buğday, pamuk, şarap, şıra, yay, ok ve donanma
malzemeleri imal ve satışı başlıca ekonomik
faaliyeti oluşturmuştu.
Gelibolu, XV. yüzyılın ikinci yarısında vakıfları
olan birçok cami, mescid ve tekkeye sahipti.
1475’te vakfı bulunan yirmi mescid, altı zâviye,
iki medrese vardı. Bunlardan zengin vakıfları
olanlar, II. Murad ve Fâtih Sultan Mehmed devri
devlet adamlarından Sarıca Paşa İmareti, II.
Murad’ın adamlarından Has Ahmed Bey’in I.
Murad’ın sarayı yerinde yaptırdığı zâviyeli
mescidi ve Çukurbostan mahallesinde sonradan
cami haline getirilen bir diğer mescidi, Hacı
Mustafa Mescidi, Mihaliç Hatib Medresesi,
Kasap Tat Ahmed Mescidi, Hacı Kemal (Suyağı)
Mescidi, Sarıca Paşa’nın kardeşinin adıyla anılan
Sinan Bey Mescidi, Yağcı Hızır Mescidi, II.
Murad devri devlet adamlarından Balaban Paşa
Medresesi (vakfiyesi 846/1442-43), Hüsâmeddin
Mescidi, Hacı Yegân Mescidi, Ahî Mûsâ
Zâviyesi, Hoca Hamza Mescidi, Gazi
Hüdâvendigâr Camii, Haraççı Hamza Mescidi,
Hacı Mehmed Mescidi sayılabilir. 1518’deki
kayıtlara göre bunlara Yazıcızâde Muhiddin
Mescidi, Alâeddin Mescidi, Hüsam Hoca (Buçuk
Kilindir), Güdük Hızır, Hacı Doğan, Ahmed
Çelebi (Hızır Bey oğlu, Bursa müftüsü), Yâkub
Bey camileri ilâve edilmişti. Bu son tarihte üç
cami, kırk beş mescidin vakıfları kaydedilmişti.
Ayrıca II. Bayezid’in kızı Ayşe Hatun’un ve eşi
Rumeli beylerbeyi, Gelibolu sancak beyliği de
yapan Sinan Paşa’nın eserleri de vardı. Başlıca
zâviyeleri ise Sinan Paşa, Karaca Bey, Tat
Ahmed, Halac Ahmed ve Ahî Devle zâviyeleri
teşkil ediyordu. Bu sonuncusu 1475’te Mevlânâ
Şeyh Muhyiddin’in, daha sonra da onun oğlu
Hüsâmeddin Efendi’nin idaresi altındaydı.
Dolayısıyla bir ahî zâviyesi olduğu anlaşılan
buranın sonradan mevlevîliğe yakın şeyhlerin
eline geçtiği söylenebilir. Nitekim zâviye daha
sonra mevlevîhânenin de temelini oluşturmuştur.
Salnâmelere göre 1890’larda şehirde Gazi
Hüdâvendigâr (787/1385), Mesih Paşa
(901/1495-96), Kadı İskelesi (966/1559), Şeyh
Mehmed Efendi’nin yaptırdığı Yenicami,
Çevgânîzâde Hacı İbrâhim’in Liman Camii,
İskender Camii, Buhûrî Mahmud Efendi’nin
camii ve Cüllâhlar Camii olmak üzere sekiz
cami, birçok mescid, dokuz tekke, bir zâviye, iki
kilise, bir havra vardı.
Meşhur Osmanlı tarihçisi Gelibolulu Âlî Mustafa
Efendi’nin doğduğu yer olan şehirde ayrıca bazı
tanınmış ulemâ ve devlet adamları da yetişmiş
veya burada yaşamıştır. Bunlar arasında
Yazıcızâdeler. Zeynelarab, Ağazâde Şeyh
Mehmed Efendi, Kutb Ömer Efendi, Dâî Ahmed
Efendi, Mustafa Feyzi Efendi, Sinan Paşa,
Kaptan Gazi Mehmed Paşa sayılabilir.
Gelibolu fetihten sonra bir sancak ve sancak
merkezi olduğu gibi Rumeli’nin ilk Paşa sancağı
da olmuştu. Daha sonra bir denizcilik idare
merkezi olarak şöhret kazandı. Osmanlı
donanmasının başındaki kaptan-ı deryâ burayı
merkez edinmişti. Dolayısıyla kaptan-ı deryâ
sancağı olarak da biliniyordu. Gelibolu sancağı
kaptan-ı deryâlara verildiği için müstakil bir yapı
gösteriyordu. Fakat şeklen Rumeli
beylerbeyiliğine tâbi idi. 1518’de sancak
Gelibolu, Keşan, Malkara, Limni, Taşöz,
Eceovası, İmroz ve Semadirek’ten ibaretti. Bu
tarihte toplam müslüman hânesi 2639’du. Gayri
müslimler 2714 hâne idi ve bunlar Limni, Taşöz,
İmroz ve Semadirek’te toplanmıştı. Bütün
sancakta XVI. yüzyıl başlarında 25-30.000 kişi
bulunuyordu. Gelibolu 1533’te Hayreddin
Paşa’nın kaptan-ı deryâ oluşu ve Cezâyir-i Bahri
Sefîd eyaletinin kuruluşundan sonra buranın
merkez sancağı oldu. XVI. yüzyılın ikinci
yarısında sancağa İpsala ve Gümülcine
bağlanmıştı. XVII. yüzyıl başlarında sancağın
idarî birimleri değişmemişti. Tanzimat sonrası
Gelibolu Edirne eyaletine bağlı, Keşan, Şarköy,
Mürefte ve Eceabat kazalarından oluşan bir
sancaktı. 1865’te buraya Şarköy, Evreşe, Enez,
Ferecik, Gümülcine kazaları bağlıydı. XIX.
yüzyılın sonlarında bu kazaların yanı sıra dokuz
nahiyesi ve 152 köyü bulunuyordu. 1309’da
(1891-92) sancakta toplam 3608 hânede 13.691
müslüman, 4768 hânede 21.780 Rum, 188
hânede 1032 Ermeni ve 210 hânede 1756
yahudi vardı (Salnâme-i Vilâyet-i Edirne [1309],
s. 326-333). Cumhuriyet döneminde vilâyet olan
(1923) Gelibolu’ya Eceabat, Enez, İpsala,
Keşan, Şarköy bağlanmıştı. 1926 yılında ilçe
merkezi durumuna gelen Gelibolu bugün
Çanakkale’ye bağlıdır ve fazla gelişmemiştir.
1927 sayımında nüfusu 5445 iken 1940’ta
12.713’e, 1945’te 16.496’ya yükseldi. 1950’de
yeniden 10.000’in altına (9893)
düştü. 1955 sayımında tekrar 10.000’i geçen
(12.341) nüfusu 1990’da 18.670’e ulaştı.
Meyve, sebze, balıkçılık ve bitkisel yağ üretimi
ön plandadır. Son yıllarda turizm sektörü
ilerleme kaydetmiştir.
Günümüzde Gelibolu ilçesinin merkez
bucağından başka Bolayır ve Evreşe adlı iki
bucağı vardır. Yüzölçümü 806 km2 olan ilçenin
1990 sayımına göre nüfusu 40.020 idi.
BİBLİYOGRAFYA
BA, TD, nr. 12, vr. 1a-13a; nr. 75, s. 9-36; nr.
434, s. 11-53; nr. 490, s. 18-46; nr. 702, s. 1-12;
nr. 724, s. 8-22; TK, TD, nr. 141, vr. 6b-13b;
BA, KK, nr. 2666; BA, MAD, nr. 339, s. 80-99;
İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Muallim
Cevdet, TD, nr. 0.79; H. J. Schiltberger, Türkler
ve Tatarlar Arasında: 1394-1427 (trc. Turgut
Akpınar), İstanbul 1995, s. 100; R. G. de
Clavijo, Anadolu, Orta Asya ve Timur (trc.
Ömer Rıza Doğrul, s.nşr. Kâmil Doruk), İstanbul
1993, s. 36-37; Dukas, Bizans Tarihi (trc. V.
Mirmiroğlu), İstanbul 1956, s. 9; Enverî,
Düstûrnâme (Mélikoff), s. 61-62; Ķānūnnāme-i
Sulŧānī ber-Mūceb-i ǾÖrf-i ǾOŝmānī (nşr. R.
Anhegger-H. İnalcık), Ankara 1956, s. 46, 63,
79; İbn Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osmân, II, bk.
İndeks; Tursun Bey, Târîh-i Ebü’l-Feth (nşr.
Mertol Tulum), İstanbul 1977, s. 41, 47, 75, 77,
133, 147, 158; N. Nicolay, The Nauigations into
Turkie, London 1585, vr. 44b-45b; Mustafa Sâfî,
Zübdetü’t-tevârîh, Beyazıt Devlet Ktp.,
Veliyyüddin Efendi, nr. 2429, II, vr. 242a-247a;
J. M. Jouannin-M. J. van Gaver, Turquie, Paris
1840, Iv. 5; Ph. de Frasne-Canay, Le voyage du
Levant, Paris 1897, s. 155-156; Evliya Çelebi,
Seyahatnâme, V, 315-321; Polonyalı Simeon’un
Seyahatnamesi: 1608-1619 (trc. H. Andreasyan),
İstanbul 1964, s. 20; Ch. d’Arvieux, Mémoires,
Paris 1735, IV, 442-443; J. Thevenot, 1655-
1656’da Türkiye (trc. Nuray Yıldız), İstanbul
1978, s. 51; E. Raczynski, 1814’de İstanbul ve
Çanakkale’ye Seyahat (trc. Kemal Turan),
İstanbul 1980, s. 150-156; Salnâme-i Vilâyet-i
Edirne (1309), s. 326-333; a.e. (1310), s. 597-
624; a.e. (1317), s. 472-474; a.e. (1319), s.
1084-1086; Fahri Cemal, Türkiye’nin Sıhhî
İctimâî Coğrafyası: Gelibolu Vilâyeti, İstanbul
1925; Fevzi Kurtoğlu, Gelibolu ve Yöresi Tarihi,
İstanbul 1938; a.mlf., “XVI ncı Asrın İlk
Yarısında Gelibolu”, TM, V (1936), s. 291-306;
Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livâsı, bk. İndeks;
Mehmet Alemdaroğlu-Mehmet İrdesel, Târihî,
Coğrâfî, İktisâdî ve Turistik Yönleriyle Gelibolu,
Gelibolu 1964; The Catalan Chronicle of
Francisco de Moncada (trc. F. Hernandez), El
Paso 1975, bk. İndeks; H. J. Kornrumpf, Die
Territorial Werwaltung im Östlichen Teil der
europäischen Türkei, Freiburg 1979, s. 153,
173, 268-270; İbrahim Sezgin, 1475-1530
Yıllarında Gelibolu Kazası (yüksek lisans tezi,
1991), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; İdris
Bostan, Osmanlı Bahriye Teşkilâtı: XVII.
Yüzyılda Tersâne-i Âmire, Ankara 1992, bk.
İndeks; B. Lewis, “1641-1642’de Bir Karayit’in
Türkiye Seyahatnâmesi” (trc. F. Selçuk), VD, sy.
3 (1956), s. 99; RE, X/2, s. 1659-1660; Halil
İnalcık, “Gelibolu”, El2 (İng.), II, 983-987.
Feridun Emecen

Not: Fotoğrafın büyük halini görmek için üzerine tıklayın. Bu ileti ile ilgili her türlü yorumlarınızı en altta bulunan "Yorum Gönder " kısmına yazarak bize iletebilirsiniz. Yönetici onayından sonra yayınlanacaktır.

Copyright © Gelibolu Tarihi (Gallipoli History)
Site Tasarım Bahtiyar Ergün |